Murat Kelle Paça’da erkekler

Nedense Erem bana Ciğeristanbul’u sevdirmek için uğraşmıştı, ne yazacaksın çok merak ediyorum deyip duruyordu ama ben Murat Kelle Paça’yı daha çok sevdim. Çıtır çıtır turbunu, rokasını, her seferinde işkembe içtiysem de ondan otlandığım bol acılı kelle paça çorbasını (8 lira) değil ama. Garsonlar ve kebap ustalarının hallerini. Bir taraftan gelen Beyoğlu’nda kızlarla gezen erkek müşterilere gıpta ediyorlar belli ki. Hiçbir yamukları olmamış olsa da bence bacı macı gibi de görmüyorlar o hatunları. Ama onlar bir araya geldiğinde ettikleri muhabbetler, gülüşmeler, karşılıklı laf sokmalar birden kozu onların tarafına geçiriyor. Müşterilere esas erkeklik muhabbetini kaçırıyorlarmış gibi hissettiriyor çünkü. Anlık gidip gelmeler ama bunlar. Gülüşürlerken ve güç onlardayken birşey sipariş edince, birdenbire darmadağın oluyorlar, katı olan şey buharlaşıyor. Ve tam tersi. Bilemiyorum, erkeklik halleri açısından çok daha samimi buluyorum. Zaten gece gece kelle paça içmenin esas amacı, erkeklik ritüellerinden birini yerine getirmek değil mi?

Tektekçi’nin turşuları

Ben turşu da sevmem, can eriği de. Ama can eriği turşusu ne turşu ne can eriğidir, bayılırım! Tektekçi’de shot’ların yanına can eriği, bamya ve kornişon turşusu verdiler ya, hats off. Beş shot 34 lira.

Kaç yıldır bekliyorum Yesek mukabili bir İçsek blog’u falan olsa diye ama henüz görmüşlüğüm yok. Shot’larla ilgili değerlendirmemi ona saklıyorum!

www.tektekci.com.tr

Ciğeristanbul’da ciğer

Bir ciğerciden bir fotoğraftan sonra çok da birşey yazmak gerekmiyor. Zaten söyleyecek birşeyim de yok. Ama burayı farklı kılan nedir derseniz, söyleyeyim: Ticari işletme hissi vermemesi, başka birçok yerde olmadığı kadar bacıları gibi hissettirmeleri  ve diğer müşterilerin antipatik Beyoğlu müşterisi olmaması. Hesabı ödemedim, fiyatlar hakkında fikrim yok.

Münferit ve Çayeli fasulyesi

Aslında Münferit’e daha önce gitmiştik ama Jonny Rock’ın DJ setinde coşmak içindi o. Bu sefer yemeklerini test etmeye gittik. Bahanemiz de vardı en alasından: iş -hatta sektör- değiştiriyorum. Değişik bir şeyler denemek lazım. Her anlamda. İlk sürpriz Sıdıka ile karşılaşmak oldu. Onlar da çift olarak gelmiş, önce ayak üstü hoşbeş ettik, derken dayanamayıp masaları birleştirdik. Her bakımdan harika oldu, hem muhabbet hem de denediğimiz mezeler ikiye katlandı.

Münferit kazık bir yer. Ama ödediğinizin hakkını geniş geniş alıyorsunuz. Web sitelerinde menüleri vardır diye düşünerek yediğimiz hiçbir şeyin adını aklıma yazmamıştım. Maalesef site bomboş çıktı. Hatırladığım kadarıyla tarif edeceğim. Ördekli bir meze var mesela. Çerkes tavuğunun ördeklisi. Çerkes tavuğu sevmem, ağır gelir, ördeğe de aynı sebeple mesafeliyim. Ama ben bu mezeye yumuldum ve de yamuldum. Kağıtta servis edilen porçini mantarlı peynir var sonra. Mantarın aroması peynire nasıl güzel işlemiş, nasıl bir lezzet vermiş… Limonlu püreyle servis edilen ahtapot salatası var. Ahtapotu tam kararında ve bir püre ancak bu kadar hafif olabilir. Sonra maş fasulyeli karides… Böyle tarifsiz bir lezzetler geçidi. Ne yediysek mest olduk. Ana yemek söylemedik ve sadece meze yedik. 1 şişe beyaz şarapla birlikte 250 TL gibi bir hesap ödedik. Füzyon mutfağının hakkını vermişler. İlginç şeyler denemek isteyenlere duyurulur.

Gelelim Çayeli’ne. Aslında kuru fasulye de sevmem pek. Daha doğrusu çoğu yerde vasat bir tadı olduğundan aklıma gelmez. Ama bu sefer, ah bu sefer… Olayın kaynağı yine Sedat tabi. Ajansa söylüyorlarmış, kaç zamandır bana da denetmek istiyordu. Haftasonu günaha girdik, Beşiktaş Pidepark’tan 2 porsiyon kuru, yanında pilav ve turşu, ve hatta onların da yanında 2 adet lahmacunla destan yazdık. Lahmacun idare eder, pilav ve turşu standart. Ama kuru fasulyesi hayatımda yediğim en muhteşem kuru fasulye. Zaten alıştığımız kuru fasulye formatından farklı, top top bir şekli var. Bol tereyağıyla pişirmişler, tadı ayrı muhteşem, kokusu ayrı. Tam da Münferit’in yoğun füzyon etkisinin üstüne, uzun zamandır tattığım en unutulmaz milli lezzetlerden biri. Fiyatı da hatırlayamayacağım kadar makul. Pidepark’a saygı duruşundayım.

Pidepark Beşiktaş: 212 258 30 31

Maci’nin kum midyeli spagettisi

Maci hala çok başarılı. Spagettisi tam al dente, beş kum midyesi, üç yurdum midyesi, az sarmısak, bol maydanoz. Basit ama zor. Önünden peynir tabağı, yanında şarap, ardından tadımlık sakızlı muhallebisiyle, keyfime deme gitsin.

Şiir vakti

Muhtemelen lisedeyken okuduğum şiirin hep sadece ilk cümlesini bildim–ki zaten yemek borusunun tahminen ortasından girip, midemi burup bütün vücuduma, en son bacaklarıma yayılan bir korku yaymaya yeter bir cümleydi. Ancak bir yıl önce falan merak ettim devamını şiirin. Meğer ne güzel, espriliymiş. Şair Langston Hughes:

What happens to a dream deferred?
  Does it dry up
   like a raisin in the sun?
  Or fester like a sore--
   and then run?
  Does it stink like rotten meat?
   Or crust and sugar over--
   like a syrupy sweet?
  Maybe it just sags
   like a heavy load.
Or does it explode?

Bayramdan beri efendi efendi bekliyorum, belki bir başkası yeni yazı yazar da blog’un editörü olmanın verdiği gücü suiistimal etmiş olmam diye. Ama yazan yok, ben de yazmadım. Bininci yazı için kaderde böyle birşey varmış. Evet, 1000.

Şekerlendi bence Yesek.

 

Kahve Dünyası’nda badem ezmesi

Bir sonraki cümleyi okursa Eda kafamı kıracak ama bu riski alıyorum. Geçen Pazar genel kuruldan çıktıktan sonra Zeynep’le kahve içtim. Kabataş’taki Kahve Dünyasında. Dışarıda oturduk. Servis tabii ki yavaştı. İçtiğimiz birer kahvenin yanında birer çikolata kaplı lokum verdiler. Yemedik. Ben petite bourgeoise‘lık yapıp, peçeteye sarıp çantama attım. Eve gittim, kahve yaptım, Giray ve Mükremin’e kahvenin yanında peçetedekileri verdim. Bilgisayara yapışık çalışıyorlardı. Bir süre sonra ikisi de neredeyse aynı anda “daha var mı bundan?” diye sordu. Yoktu. Başka çikolata verip oyaladım.

İki gün sonra Cevahir’deki Kahve Dünyasının yanından geçerken, Giray “o geçen gün yediklerimizden alalım” dedi. Çikolata kutusu ve paketi yığınları arasında buldum bir paket, gösterdim. “Yoo, lokum değildi ki” dedi. Çikolata kaplı badem ezmesiymiş meğer. Aradık, bulduk iki ayrı boy kutu. “İyi de bunlar çok pahalıdır” dedim, daha büyük kutuyu tutarak. “35 lira falandır bu.” Tabii ki tam 35 lira çıktı. Sonuçta 11 liraya çikolata kaplı fıstıklı lokum aldık ama pek beğenemediler.

Hani sektörel dergilerde sektörle alakasız life-style yazıları olur. Romantize, klişe bir hikaye ile başlar, tarihçe verir, konunun ekonomisine dair bir özet verir, mesela kimyasından bahseder, edebi metinlerden seçmece referanslar verir. Kaktüslerle, fincanlarla, adalarla ilgili mesela. Ana fikri yoktur yazının, birşey de öğrenmezsiniz. Kahve Dünyası’yla ilgili de nedense bu yazıyı böyle yazmak istiyorum.

İki üç ay önce Beşiktaş’taki şubesinde girdim, kasanın önünde hemen aradığım çikolatayı buldum ama kasiyer yok. Garsonlara sordum, suratsızca “gelir” dediler. Bekledim, gelmedi, her bir garsona gittikçe daha gıcık biçimde sordum, sonunda bağırıp çağırmaya başlayınca geldi. Onun da yüzünden düşen bin parça.

– Galiba yetişemiyorsunuz işlere.
– Evet.
– İsterseniz yönetime şikayet edeyim.
– Lütfen, Kabataş merkeze şikayet edeceksiniz.
– Tamam.

Parayı verip çikolatayı kasanın yanında unutup çıktım, eve gidip şikayet döşendim. N’oldu? Hiç. Hala gördüğüm her şubede çalışanlar overworked.

Kahve Dünyası yeniyken, sadece Kabataş’ta şube varken ne güzeldi. Tepsi tepsi çikolata dağıtırlardı, Türk Kahvesi menünün başındaydı ve ucuzdu. Mimar Sinan öğrencileri olurdu masa masa, inanmak istemezdim Mimar Sinan’lı olduklarına. Herşey bu kadar ürün ürün değildi, yiyecek pek birşey yoktu. Güzel kruasanları, börekitas’ları henüz yoktu.

Daha önce de sormuş olmam gerek, tekrar soruyorum: İstiklal Caddesi’nde neden Kahve Dünyası neden yok? Anlamıyorsunuz, olmaması beni çok rahatsız ediyor. Kapitalist zincirlerin, kentsel dönüşümünün, marka yaratmanın mantığını iyi kötü kavradığımı zannediyorum ya, Kahve Dünyası’nın İstiklal’de olmaması çomak sokuyor bu mantığa. Zizek yalayıp yutmak gerekmemeli, basit bir açıklaması olmalı. Kahve Dünyası ile ilgili basit bir ayrıntı değil de dünyanın hali ile ilgili bir ayrıntı. Ahmet Misbah’ın gıcık olup ruhsat vermemesi gibi sıkıcı bir ayrıntı değil de, falcının Tatlıcı’ya “Tat Towers’ın inşaatı bitince öleceksin” demesi gibi bir ayrıntı. Yukarıya İstanbul’daki şubelerin haritasını da koydum. Tekrar soruyorum: İstiklal Caddesi’nde neden Kahve Dünyası neden yok?

Bu arada çekirdek filtre kahveleri çok kötü. Cherry Beans’e gitmeye üşenip oradan alınca, attan inip eşeğe binmiş gibi oldum. Starbucks’tan alın daha iyi. Jacobs bile daha iyi.

Son bir iki yıldır böyle yanarlı dönerli görselleri, komik ürün adları falan var ya. Ki, beğeniyorum, böyle ifade ettiğime bakmayın. Başkaları da harcasa bunlara para. Bunları yapan tasarım şirketinde çalışan bir tiple tanışmıştım. Patronların en üzüldükleri şeyin, Kahve Dünyası’yla Ülker’in göbek bağı olduğuna dair genel bir algı olması olduğunu söyledi.

Budur. Toparlamayacağım.

www.kahvedunyasi.com

Mabeyin: Ne yediysem beğendim

Altunizade’nin ilerisinde, Kısıklı’ya doğru bir yerde Mabeyin. Yüksek tavanlı, güzel bir köşkte. Ağır bir dekorasyonu var ama köşkteki restorana da başka türlüsü yakışık almazmış gibi geldi doğrusu. Her şey özenli ve temiz, garsonlar arı gibi çalışkan. Oturur oturmaz domates sos, tereyağı, peynir ve tombik sıcak pideler geldi. Sonrasında gavurdağı, zeytinyağlı patlıcanlı pilav, çiğköfte ve fındık lahmacun söyledik. Hiçbirinde falso yoktu. Çiğköfte Develi’ninkiyle kapışır, hatta acısı daha az baskın olduğundan lezzet anlamında bir adım öne bile geçebilir. Zeytinyağlı patlıcanlı pilavın patlıcanları kızartılmış da eklenmiş pilava. Ege usulü patlıcanlı pilavın aksine, içine salça da koymuşlar. Her yemeğe ille de salça koyma merakı bana ters. Ama bu cidden harika olmuş. Gavurdağının da ekşisi tatlısı tam kararında. Sadece fındık lahmacun benim için biraz fazla buram buram kuzu eti kokuyordu, ki onun da lezzetinde hiçbir sorun yoktu.

Bu açılışla aslında kısmen doymuştuk. Ama elbette kebaplardan tatmadan masadan kalkmaz olmazdı. Fıstıklı kebap ve kuzu şiş söyledik. Kuzu şiş güzeldi ama favorim hala Güler Ocakbaşı’nınki. Fıstıklı kebap ise hayatımda yediğim en güzel kebaplardan biriydi. Çok doyduğum ve tatlıya da bir nebze olsun yer bırakmak istediğim için bitiremedim diye ertesi gün hala pişmandım! Tatlı olarak dondurmalı baklava ve kaymaklı kabak tatlısında karar kıldık. Dondurma her gün Maraş’tan geliyormuş. Dışarda satılan Maraş dondurmasıyla alakası yok, çok daha şekersiz, adeta kaymaksı bir tadı var. Dondurma içimi bayar normalde, ama bunu top top yiyebilirim. Tam kıvamında pişirilmiş kabak tatlısı ise üstünde ceviz tozundan bir dağla geldi. Kaymağını ayrı bir tabakta getirdiler. İki parça kabağın sadece birini yiyebildim ama kaymağın tamamını götürdüm. Malum, içimdeki kaymak aşkı bambaşka. Sedat’ın baklavalarından da tattım, bir kere fıstıklarının koyu yeşili insanın dikkatini çekiyor. Şekeri tam kararında. Gerçi bu noktada artık mide fesadının eşiğindeydim, çok fazla yiyemedim.

Mabeyin’in en büyük artıları Ella&Louis’den jazz standartları çalabilen bir kebapçı olması, hızlı servis ve lezzetli yiyeceklerin yanı sıra gerçekten tatmin edici boyutlardaki porsiyonları. Ben bu konuyu önemsiyorum. Zira hayvan gibi hesap ödenilen çok az yer, hem lezzet hem de porsiyon bakımından bu derece tutarlılık gösteriyor.

Daha önceden Eren teftiş etmiş, birtakım eksikliklere dikkat çekmiş, ama benden 5 pekiyi valla.

Bir şişe Chardonnay ile birlikte hesap yaklaşık 160 TL.

http://www.mabeyin.com/

Divan Pub’da sezar salatası

Mesela sezar salatanızı ancak Divan Pub’unki gibi yaparsanız isteyebilirsiniz bi salataya 25 lirayı. Üç adet şişko, güzel ızgara edilmiş jumbo karides, dilim dilim parmesan, ayarında sos ve marul. Tekrarlıyorum, marul. Göbek değil, marul. Marul, marul, marul. Divan Pub açıldıktan bir gün sonra, otel resmen açılmadan bir ay önce gittiğimde yedim bunu. Kapanmadan önceki son deneyimimin ekşi tadı hala damağımda. Dolayısıyla şımarmasın hemen otelin PR’cıları.

www.divan.com.tr

Astek’te sarma

Boylam hesabı John Harrison’un saati ile çözülene dek, imkansız birşeye kalkışmak manasında “boylamı keşfetmek” diye bir tabir varmış. İstanbul’da gidilebilir meyhane bulmak da öyle birşey artık. Kriterler belli–ki hepimiz için aşağı yukarı aynı: Makul fiyatta olacak, servisi iyi olacak, buz geldi, ekmek gitti kavgasına gerek olmayacak, mezeleri, orijinalden geçtik, lezzetli olacak, mümkünse Beyoğlu civarında olacak veeee Cuma veya Cumartesi akşamı yer bulunacak. Bazılarınız meyhanecinin karakteri ile ilgili kriter ekleyebilir tabii ama ben o kadar ataerkil değilim. Benim repertuarımda Taksim Oto Yıkama vardı bir ara. Çok kısa süre Karaköy Lokantası tam isabetti. Ben öğreninceye kadar, Çukur “yer bulunacak” kriterinden kaybeder hale gelmişti bile. Tabii burada lafını etmediğim, üstü örtük bir kriter de var: Mesela kız kıza gidilebilecek, yiyecek gibi bakılmayacak. Ama pek yok böyle yer. Ebedi arayış içindeyiz.

Metroyla Taksim’e gider ve ne yesek diye tartışırken, ben Zeynep’i acaba Beyoğlu’ndan vazgeçirip Astek’e nasıl götürürüm diye düşündüğüm an o kendiliğinden “Rakı sofrası mı kursak?” deyince nasıl sevindim anlatamam! Gittiğimizde garsonlardan biri “Siz daha önce gelmiştiniz, değil mi?” diye sorup da ağır ablalığımı tescil edince daha da sevindim. Haluk beyden öğrenmiştim burayı ve gruba gönderdiği emailde Yesek’e değil de Türkiye’den ve Dünya’dan Lezzetler‘e link verdiğini görünce, istisnai bir şekilde kıskançlık etmiştim. Ardından çok değil, iki kere daha gittim. Yasemin’le Ali Hüseyin o arada müdavimi olmuşlar bile.

Atilla’nın da bahsettiği pilakiye kereviz yaprağı koymalarıdır ilk tav olma nedenim. Bir de tereyağda karides aklımda kalmıştı. Bu sefer lahana ve yaprak sarmaları müthişti. Paçanga böreği iyiydi. Rendelenmiş kabağı çiğ bıraktıkları cevizli bir mezeleri vardı, başka yerde yemediğim. Herşey muhabbete meze olabilecek kalitede.

Ve fakat elbette genel tavırdır esas sevme sebebim. Hala kendi mahallesinin lokantası; maç yayınladığı bir Cuma bile yer var; garsonlar sempatik, esprili ama saygılı. Karı kısmısı rakı içmeye başladı ya, kaldırabilecek bir yer burası. Üstelik, tamam, üç hatun bir 35liği zar zor bitirdik ama 40’ar lira verdik. Birilerini kandırdıkça götürürüm artık.

Ki Eda da gelince girdiğimiz muhabbetler bayağı bir (ataerkil) ahlaka mugayirdi.