Özet şu: Körfez’deki menülerde fiyat yazmıyor. O kadar tok satıcılar ki fiyat sorunca da söylemiyorlar. Anlaşılan İstanbul’un zenginleri de göz göre göre tipine göre kazıklanma girdabına öyle bir kaptırmışlar ki kendilerini, gıklarını çıkarmıyorlar. Ayrıca kavanozdan çıkan dilimlenmiş siyah zeytini fırınlarsanız, kıtır kıtır, bayağı güzel bir şey oluyormuş.
Körfez’i çok duymuştum. Boğazın en pahalı, en şık yerlerinden biri, tuzda balığı da pek meşhur, diye. Kafamda şimdiye kadar gördüğüm Boğaz balıkçılarının kusurlarını çıkarıp, masaların aralarını genişletip beyaz örtülü, efendi garsonlu dekoruna olduğunca zengin ve antipatik müşterileri koymuştum. Annem, evlilik yıldönümleri için boğazın Anadolu yakasında bir balıkçı olabilir deyince, Körfez’la hata yapmayız dedim kendimce. Gerçekten pahalıysa, önemli vesile olduğu için kimse laf edemez, memnun kalmama ihtimali de yok, dedim. Nedense çok trafik vardı o gün. Buluşup karşıya geçmemiz bir buçuk saatten fazla sürdü. Yol tarifini tam anlamadığımdan fazladan gezindik. Kanlıca körfezindeki yalılardan birinin arabalarla dolu avlusuna girdik, yalının yanından dolaşıp, denize hemzemin terasına değil, bir üst kattaki balkonuna çıktık, bize ayırdıkları masaya oturduk. Kanlıca körfezi çok sakin, masalarda ışıklar çok loş ve ikinci köprü ışıl ışıl olduğu için manzara, ortam harika. Tipik bir boğaz balıkçısı değil yani.
Bana gelen menüde fiyat olmasına çok şaşmadım, ne kadar nadir olduğunu düşünüyordum. Babamsa ona yanlışlıkla kadın menüsü verdiler diye düşünmüş. Meğer hiçbir menüde fiyat yokmuş. Alık ya da alık rolünü çok iyi yapan garsonumuz balıkların fiyatlarının günlük olduğunu, mezelerin fiyatının ise kaç kişilik istediğimize göre belirlendiğini söyledi. Babam bir sinirlendi. Peki nedir fiyatlar diye sorduk, söyleyemedi. Babam ‘Şef garsonu yolla” dedi (daha doğrusu maitre d’hotel dedi) , gelen olmadı. Giray, kalktı, aşağı bilgisayar başına gitti de bir post-it’in üstüne iki üç şeyin fiyatını yazdırabildi. Diğerleri için annem inatla tek tek sordu. Şarap menüsünde allahtan fiyat vardı ama babama denetip bizim kadehlere koyup da babamın kadehini doldurmayınca ben bir gittim paraladım garsonu. Komediye döndü iş yani. Piyangodan çıkan parayla lokantaya gidip, hardalı kaşıkla yemeye çalışanlar kadar salak hissettim durum batmaya devam ettikçe.
İlla fiyat görmek gerekmiyor. Zaten Boğaz’daki birçok balıkçıda meze tespisi gelir, menü falan gelmez, soran da pek olmaz. Menüde fiyat yazmaması da fiti-fitidir, fiyatı neyse verilecektir, dolayısıyla bir derece kabul edilebilir. If you have to ask, you can’t afford it, olabilir. Ama sorunca kıvırtma cevap vermek, şef garsonu çağırınca göndermemek, usturuplu bir cümle ile kurtarılabilecek bir durumun uzamasına izin vermek, hatta hiç umursamamak, aç müşterinin sinirli olacağını bilmemek olamaz. Hele bin yıl önce açılmış, kendini vaktiyle ıspatlamış, yenileri cebinden çıkarabilecekmiş havasında bir yerde hiç olmaz. Üstüne babamın kadehini doldurmayı unutmak nedir bilemiyorum bile. Bunun gurmecilikle alakası yok. İzmir’de Cuma günü Google’dan “muzedechanga fiyatlar” diye arama yapan adam, karısını, kız arkadaşını binde bir İstanbul’da güzel bir yere götürmek istiyorsa, neyle karşılaşacağını, tek atışında hata yapmayacağını bilmeye hakkı var. Üstelik orta yerde fiyatların asılı olmaması yasadışı anladığım kadarıyla. Ayrıca araştırıp rapor ederim.
Ne yediğimiz ya da birşeye benzeyip benzemediği önemli değil. Ben asıl neye ne kadar para verdiğinizi, insanların tipine göre fiyat çakıp çakmadıklarını merak ediyorum. Bizimkini rapor edeyim: Tarama, balık köftesi, kalamar tava. Çilili kılıç, dana-tavuk şnitzel, fırında ıspanaklı levrek, zeytinli biberiyeli lagos. Bir şişe Moskado veya Nevşah. 215 lira.