S Cafe’de mücverme

Hemen Ceyda’nın yazısını takiben sıcağı sıcağına beğenmediğim bir yer yazayım. Ben çok önemli olduğunu düşünüyorum beğenmediğimiz yerleri yazmanın. Ben de bıktım hem artık gerçekten zevk aldığım güzel bir yemek yiyememekten, hep birşeylerin eksik kalmasından, hem de sürekli bıkbıklanan, herşeye kusur bulan, ukalalık eden kötü kişi olmaktan. Biraz da onun için yazamıyorum uzun süredir. Ama yine de yazmak gerekiyor. Çünkü Artun Ünsal’la alıp veremediğim yok tabii ama kötü şeyleri yazmamak, sonuçta anaakımla anlaşma imzalamaya, ruhunu şeytana satmaya geliyor. En azından Artun Ünsal’ın artık o lüksü olabilir, bizlerin yok. Zamanla bozan yeri de yazmak gerek.

Akmerkez yenilendi biliyorsunuz. Tozunu üzerinden atmaya çalışıyor. Herşey gıcır olmakla birlikte, Kanyon ve İstinyePark’ın iyi çözdüğü gırtlak olayında değişiklik yok ama. Food court’u beğenmiyorsanız ya Home Store Cafe var, ya S Cafe. Sinema öncesinde S Cafe’ye gittik. O da yenilenmiş. Ama olmamış. Mutfakta ve serviste en basit ayrıntıları halletmiş olmanız gerekiyor. İspanyol omletinin içinde ne var diye sorunca, aklına geleni sayıp salamı söylemeyince olmuyor. Orijinal olsun diye tabak büyüklüğünde mücver yapıp da içinin pişmesini tutturamayınca olmuyor. Peşinde olduğunuz upper scale müşteri, bildiğimiz simit ve çayı 12 liraya satınca gelmiyor. Önce bunlar kusursuz olacak, ondan sonra talep ettiğiniz müşteriyi getirir, talep ettiğiniz paraları hakkedersiniz.

Şimdi de hemen beğendiğim bir yer yazıyorum, merak etmeyin ;)

İskenderci buldum!

Sadece 48 saat içinde, Eskişehir’den transit geçtiğimiz, dönüşünü ise Bolu orman tesisleriyle süslediğimiz Ankara seyahatimiz sonrasında, kendimizi bir yorgunluk yemeğiyle ödüllendirmek üzere gittik Bursa Garaj İskender’e. Levent’ten 4 Levent’e doğru giderken, Gültepe sapağından girince sola değil de sağa devam edin, yolun sonunda, tam karşıdaki sokakta. Siparişleri vermiş beklerken ben hemen kafamda senaryoyu yazdım Sedat’a: “Bak şimdi bunlar kesin Bursa Garajı’nda çok tutulan bir müessesedir, ama kardeşler arasında husumet çıkmıştır da mesela ortanca oğlan gözünü karartıp kendi şubesini açmak üzere İstanbul’a gelmiştir” diye. Bakalım ortanca oğlan işi kıvırabilmiş diye beklerken hikayemin doğruluğunu teyit ettiremedik tabi. Ama bugün en azından ilk cümlem google tarafından onaylandı. Evet, merkezi Bursa Garajı imiş. Kebaplar için et, yoğut, tereyağı filan hep Bursa’dan geliyormuş hatta. En çok ete vuruldum. İnce ince kesilmiş, yağsız, yumuşacık ve çok lezzetli. Bursa’nın en bi favori mekanlarında da iskender yemişliğim var, ben ki tereyağına ölür biterim hiç Bursa’daki kadar ağırını, cambul cumbul tereyağı göletinde yüzenini yememiştim. Bu mekan dengeyi çok iyi tutturmuş. Hem mis gibi tereyağının tadını alıyorsunuz, hem de mis gibi etin tadını. İskenderden önce gelen turşu da kıtır kıtır çok lezzetliydi bu arada. Yorgunluk gitti, mutluluk geldi.

1,5 + 1 iskender + kola + şıra + ayran toplam 63 TL.

tel: 0212 281 48 48

Backyard’da Kahvaltı

Bilgisayarımın bozuk olduğu dönemde, yazdan kalma bir günde gittik. Kahvaltı tabağı, omlet, kahve falan gibi birşeyler aldığımızı hatırlıyorum ama ne fiyatı ne lezzeti hatırlıyorum ne de aksayan servisinden şikayet ediyorum. Aklıma kazınan Backyard’ın ambiyansı oldu. Manzarası, bahçenin halı sahadan bozma çimenleri, yemyeşil çimenleriyle uyumlu sade dekorasyonu. Havalar düzelse de yine, yine yine gitsem ve o manzaraya karşı iki tek yuvarlasam. Fotoğraf çekmeyi unuttuk. Bir de yeri biraz muamma. Şöyle gidiyorsunuz. Akmerkez’in orada  Maya Sitesinden düz ilerleyip her taksi durağına soruyorsunuz çünkü arada derede bi yerde sıkışmış  saklı kalmış belki de bu sayede saklı kalmış bu güzellik:)

Maxgreen Co’da domates çorbası

Bir yazı önce ızgara bonfileye harika dedikten sonra buranın domates çorbasına da aynı şeyi söylemek çok terbiyesizce bir ahlaki görececilik (relativism) olacak ama yaptım, olacak. Tartışırken veya iş yaparken delirtebilirim bu özelliğimle. Tabii karşımdaki tartışmanın tadı namına belli bir ahlaki dayanağım olsun istiyorsa. Yok onun dayanağını onaylayayım, çok haklı olduğunu söyleyeyim istiyorsa, o başka. O zaman pek seviyor beni insanlar. Konu beslenme olunca ve etrafımdakiler orthorexic (doğru beslenme hastası) olunca kendimi sevdirmem yine kolay. “Organik yemek lazım” “Tabii” “Süt kötü birşey” “Çok haklısın” “Şeker eroinden beter” “Bence de” “Hayvansal gıda hepimizi öldürecek” “Ya, ne demezsin” “Yavaş olsun” “Olsun”. Ki zaman zaman yer yer bunları uyguluyorum. Ama çiğ yemek fikri beni bile zorluyor. En azından hayatımın şu noktasında bilmek, çiğ yemek istemek istemiyorum.

Akmerkez’de Dükkan Burger’in yanında, ahşap masalarında cici saksıların olup da reggea müzik çaldıkları için zaten marjinal ve daha da marjinalleşme tehlikesi olan ama bir taraftan da ahalinin çoğunun salatası güzel, tatlıları şekersiz bir yer diye görebileceği bir yer Maxgreen Co. Menülerinde, broşürlerinde lafı geçmiyor ama olayı çiğ yemek. Hiç teftiş etmediğim Saf gibi.

Ben domates çorbası içtim, bol kuruyemişli bir salata yedim. Domates çorbası nihayetinde vijtlanmış domatesin ılık ve hafif baharatlı hali olmakla birlikte her yerde yediğimiz domates salçasından bozma acılaşmış çorbalarla kabil-i kıyas olamayacak lezzette olduğundan 8 lirasını hakkediyordu. Salatanın ise kuru yemişi o kadar fazla olmasaydı–ay şikayete bak–önüme her salata geldiğinde iç geçirip hayalini kurduğum türdendi. Taptaze, karmakarışık ama tam kıvamında. Hatta sosunun kıvamını ne kadar iyi tutturduklarını düşünüp analiz etmeye çalıştıktan sonra hatırladım ki Deniz de burayı hevesle anlatırken aynı şekilde analiz etmişti. Ama ben ne yazık ki gazeteci içgüdüsüne sahip bir blogger olmadığımdan dükkanın sahipleriyle konuşup, kandırıp 9 saatte pişen karavana kuru fasulyeden yiyemedim onun aksine.

Bunu okuyup siz de “yok artık” demeyin. Hevesiniz varsa bu işlere, bence akşam yemeğine kadar vegan olur gibi, Dükkan’dan hamburgerinizi alıp yanına patates kızartması yerine buradan salata almakla başlayın… Orthorexia dinine hoşgeldiniz!

Foodie’nin çilekli ev pastası

Ne zamandır denemek istiyordum. Gülbin Abla yemeğe davet edince bu pastanın teftişini o güne saklamaya karar verdim. Yemeğimiz Kerem’in doğumgünü kutlamasıyla da birleşince çilekli pasta çok yerinde bir tatlı seçimi oldu. Gülbin Abla’nın leziz sofrasının ardından pastayı masaya getirdik. 6 kişilik sipariş vermiştim ama hakkaten büyük bir şey geldi. 8 hatta 10 kişi bile olsaydık herkesin payına doyurucu bir dilim düşerdi bence. 6 kişilik pastanın fiyatı 78 TL. Pastanın Foodie usulü tanıtımına buradan ulaşabilirsiniz.

Bizim yorumumuz şudur: tek kelimeyle muhteşem bir pasta!!! Bir kere üzerinde yarım kilodan fazla çilek var. Keki portakallı ve çok hafif. Kreması gerçek beyaz çikolatadan ve bildiğimiz pastane işi kremalar gibi iç bulandırarak sıvama margarin tadı vermiyor. Çünkü içinde margarin yok! Anneminkinden sonra yediğim en güzel çilekli pasta bu. Üstelik hepimizi tavladı ki başta doğumgünü çocuğu Kerem olmak üzere masamızdaki kimsenin tatlıyla fazla arası yoktur. Görüntü olarak da çok güzel bir pasta. Keki, kreması, çilekleri hakikaten evde yapılmış gibi üst üste dizilmiş, çok doğal ve iştah açıcı duruyor. Öyle her köşesi kesilip biçilip düzeltilmiş kusursuz tasarımlı yapay bir hali yok, beni en çok oradan yakaladı.

Bir detay: Siparişi Nişantaşı şubesine verdiğimi sanıyordum, çünkü web sitelerindeki Nişantaşı adresinin altındaki numarayı aramıştım. Meğer tüm siparişler default Ulus şubesine düşüyormuş. Akşamüstü Nişantaşı şubesine gidip pastamı almaya geldim deyince durum ortaya çıktı. Ama Emel Hanım sağolsun, pastayı 1 saat içinde Ulus’tan Nişantaşı’na gönderdi. Böylece hafif rötarlı da olsa pastama kavuştum. Siz siz olun sipariş verirken nereden teslim alacağınızı belirtmeyi unutmayın. Gerçi gidip almanıza da gerek yok aslında, Foodie web sitesinden sipariş verince eve kadar getiriyorlar.

http://www.foodie.com.tr/shop/default.asp

Gına geldi

Bu bir basın bülteni olsaydı “GINA geldi” şeklinde yazacaktım ve siz çok başka birşey anlayacaktınız. Ama açıldığı günde beri mekanın adını “gına” şeklinde okuyasım geliyor. Beğendim beğenmedim diye anlatacağıma doğrudan Doors Group’un signature dish‘i ile dalga geçmek istiyorum. Kitchenette’in menüsünde minestrone var, pizzacıları Mama’s’da minestrone var, Gina’da minestrone var. Hepsinde de içtim, hepsinde de tıpatıp aynı, ne güzel! Ben yine de Gina’dakinde yarım kaşık pesto eklenmiş olduğunu yazayım da halkla ilişkilerden fırça gelmesin sonra. Gina’da minestrone’yi ısmarlayan annem çok alındı ve “sade suya çiğ sebze bu, ne biçim şey, çok kötü, baban evde istedi diye kuru barbunya aldım, onsuz olmaz diye hala pişirmedim” şeklinde bayağı bir söylendi.

Restoran işini para kazanılacak bir “iş” olarak görmeyi, tamam, anladım ben hiç anlamıyorum ama Doors’un da yemeği dert etmekten bu kadar uzaklaşmış olduğunun farkında değildim. Lehman Brothers’a satılma noktası gelecek kadar başarılı bir “iş” olmuş ama websitesine bakın Doors’un mekanlarından herhangi biri için yemek fotoğrafı koymuşlar mı? Kelime oyunu yapmış olmak için söylemiyorum; 17 yıldır aynı makarnaları, pizzaları, tatlıları yapmaktan nasıl gına gelmez? Gina’da bir tek tatlı için, “aa, bak daha önce hiç denemediğim ilginç birşeye benziyor” diye aklımdan geçirmedim. Madem yenilik yapmıyorlar, çok iyi olsaydı bari.

Minestrone, Gina’da 15, Kitchenette’te 6 lira, Mama’s’da tahminen 7 lira.

www.istanbuldoors.com

Big Chefs’e ağır teftiş

Aslında ilk gidişimde yazsaydım, yepyeni açılmış bir yeri yazmış olacaktım, çok cool olacaktım ama gariban bir Yesek’çiyim. Bununla birlikte, New York Times’ın restoran eleştirmeni gibi üç kere gidip de yemeden yazmıyorum. Bu durumda eleştiriye daha yakın yazmalıyım.

Bigchefs dalgası Ankara’dan geldi biliyorsunuz. Hatta sahibesinin bu zincir işine girişmeden önce işlettiği Cafe Miz (CafeMiz?), Arjantin caddesindeki en düzgün kafeydi. Daha bir yıl önce İstanbul’da çok şube açacağız, çok büyüyeceğiz minvalinde bir röportajını da okuduğumu, safçasına heyecanlandığımı hatırlıyorum. Etiler’de eski Paul’un yerindeki şubeyle Tünel’de yerini henüz tam anlamadığım şubeyi aynı zamanda açtılar.

Etiler’deki şubesine önce annemle bir öğlen, sonra ailece bir akşam, en son da kuzenlerle pazar sabah kahvaltı için gittim. Dekorasyonuyla pek bir uğraşmışlar, renkli, hatta eklektik ama çok orijinal dersem yalan olur. Mutfağının açık olması güzel.

Menü geniş ve standart bir cafe menüsü. Arada bir iki ekleme var. İlk sefer yediğim kestane mantarlı tagliolini kaldı en çok aklımda. Makarnaları kendileri yapıyorlarmış, kremaya boğmamışlar. Karidesli noodle ve karidesli fajita vasat. T-Bone yumuşak ve tam kıvamında ama son lokmalar inmiyor. Keçi peynirli roka salatası ve cevizli portakallı bir salata, Cafe Menüsü 101 dersinden A alır.

Tatlılarsa daha gelişecek çok, teyzesi, üstüne düşme. Deniz creme brulee’yi kötülemekle kalmayıp kendilerine söyledi zaten. Balkabaklı çizkekin adı ayrı fotoğrafı ayrı çok seksi ama tadı bildiğimiz kabak tatlısı. O kadar tatlı olması esprisini bozuyor. Bir de bir şeflerinden kalma Antep tatlısı gül sulu bir muhallebi denedik ama we were none the wiser. Fakat kestaneli ve yanılmıyorsam bezeli bir tatlıları vardı ki hani denize ekmek attığınızda balıklar kopardıkça sağa sola savrula savrula küçülür ya, işte öyle yedik.

Pazar kahvaltısının ise iyi yanı bayağı göz doyuran bol çeşitli, tatlılı, sıcak yemekli, hiç pintilik yapmadıkları bir açık büfe olup da bunun şehrin hareketliliğinden uzak bir otelde veya bilmemnere mezunlar lokalinde olmaması. Üstelik 35 lira gibi ne yazık ki İstanbul, hele Etiler standartlarına göre gayet makul fiyatta olması. Hatta, tepsiyle gezip simit dağıtan bir amca ayarlamış olmaları, dimsum usulü sıcak tadımlıklar dağıtmak gibi detaylarla uğraşmaları.

Akşam yemeği için gittiğimizde dolu ve civcivli olması, kendi tabirleri ile “New York’taymış gibi” olması benim o akşam hoşuma gitti. Ama yenidir, olur. Sonuçta, moderen muhallebici zinciri dediğim zincir zincir yerlere bir rakip daha geldi. İş yaparlar. Servislerini hızla toparlarsa, mesela kahve makinasının bozulduğunu saklamak yerine söyler, bekletmezlerse iyi iş yaparlar.

www.bigchefs.com.tr

Çiftlik’in bahçesi

Kopyası CEY4

Belli ki özenilmiş bir yer, Çiftlik. Hani öyle çok bir numarası yok, ama zaten aramanın da manası yok. Bahçesinde otur, keyfine bak. Çok sayıda kediden rahatsız olmazsan, “oh ne güzel bahçe, yaz da çok şahane” falan gibi geyiklere girip, minnoş minnoş takılabilirsin. Sonra da, yemekten önce gelen zeytinyağındaki lor peynirinden bir parça ağzına atıp, “hımmm” sesleri çıkartırsın. Detayların önemi üzerine bir konuşma yapmak istersin. Sonra, eğer benim yerimdeysen, susarsın. Karşındaki adamın gözlerinin içine bakarsın, sonra utanıp gülümsersin. O, zaten herşeyin senden çok önce farkındadır.

Kopyası CEY11

Yasin, sardalya ızgara yedi.

Kopyası CEY7

Ben de -neden bilmiyorum ama- ızgara levrek yedim. Tabii ki pulbiberli, kekikli sardalya çok daha iyi bir seçimdi.

Toplam hesap, içecekler ve bir sürü çay dahil 40 TL civarı geldi diye hatirliyorum. 50TL civarı da olabilir gerçi; ama daha fazlası değildir.

Itsumi ve harika sushi

Güzel sushi yemek için Japonya’ya gitmeye gerek yok. Itsumi size yeterince sağlıyor.
Ben sushiyi ilk Chicago’da denedim ve o zamandan beri arada sushi aşeririm. Cuma akşamı da bizimkilerle yine sushi yemeğe, yine Itsumi’ye gittik. Daha önce başka yerler de denedik. Değişik yerler deneyelim ve lezzet ve fiyat bakımından ideal sushiyi bulalım dedik zamanında. Ama Itsumi’den iyisini bulamadık. Lezzet açısından mutlaka daha iyisi vardır. Mesela Xuma’nın çok iyi olduğunu duydum. Mori’yi de denedim, orada da lezzet açısından çok memnun kaldım ama sürekli gitmek için biraz pahalı kaçıyor. Özel günlerde olabilir. Fakat normal bir zamanda, mesela Sushico’ya gidenleri anlayamıyorum. Sushi demek ayıp yaptıklarına. Avocadolu lapa daha çok sundukları. Ve dünya kadar para alıyorlar bir de!!

Öncesinde ortaya Edamame söyledik. Edamame haşlanmış soya faulyesi. Kabuğun içindeki fasulyeler yeniyor. Bol tuzlu. Atıştırmalık güzel gidiyor.

Ben kendime ayrı tekli sushi Unagi (Gol Yılan Balığı) ve Saba (Marine Uskumru) istedim. Tabii ki çok güzellerdi. Japon aşçımızın sushilerimizi hazırlarkenki fotoğrafı..
sushi-0181
Yukarıdakinde Nuran’ın Saba sushisi hazırlanıyor. Aşağıdaki ise bizim tekli sushilerimizle beraber.
sushi-019
Ruloları Nuran’la ortak söyledik ikimiz. İkimiz de yılancı oldugumuz icin karar vermekte fazla zorlanmadık. Unagi Maki (6 adet Yilan Balikli Rulo),  Dragon Roll (6 adet dışı yılan ici avocado salatalık roll), Sesame Roll (6 adet Susamlı California Roll) istedik. Favorim Dragon Roll’du bunların arasında sanırım. Ya da Unagi Maki :). Bizi çok sevip birde Crispy Roll ikramında bulundular. Ben pişmiş cok sevmiyorum, sushi mantığıma aykırı ama tabii ki 1 adet yedim.
Tabii doymayıp birer tane daha tekli sushi istedik. Bu sefer değişik olsun diye Tako (ahtapot) istedim ama çok memnun kalmadım.

Biz Nuran’la birer bira içtik ve 50’şer lira ödedik. Ve her zamanki gibi kendimizden geçmiş bir vaziyette çok mutluyduk. Burada sushi dışında da alternatifler mevcut, sevmeyen ama arkadaşlarına eşlik edenler için. Izgara balık, noodle gibi. Sushi severseniz ve sürekli benim gibi canınız çekiyorsa İş Kulelerinin altındaki Itsumi sizi de mutlu edecek güvenin.

Gecenin özlü sözü Murat’tan: Mirror ayna demek

Fratelli La Bufala, mozzarella ve ünlü (!) pizzası

Bir kaç hafta önce Ali ve Nur’un doğumgünlerini kutlamaya İtalyan lokantası Fratelli La Bufala’ya gittik 5 kişi. Seçim Mine’nindi… Dergilerde okumuş. Birkaç kerede Ali ile beraber gitmişler ama yer yok diye geri dönmüşler hep. Ben de gitmeden internetten bir araştırmasını yaptım.

Fratelli La Bufala İtalya Napoli’de merkezi bulunan bir restoranlar zinciri. İtalya’da  Napoli bölgesinin pizzası diğerlerinden farklıymış. Napoli pizzası ortası ince, kenarları kalın hamur oluyormuş. Bir de burada özel manda sütünden mozzarella üretiliyormuş. O kadar ünlenmiş ki bir çok yerde şubesi açılmış. Biri de İstanbul’da.
İstanbul’da mekan Levent’teki Loft binasının girişinde. Biz de bir deneyelim dedik, hazır bir doğumgünü sebebimiz varken ve rezervasyonumuzu yapıp gittik.

Şık bir mekan, etraf nezih, garsonlar düzgün. Ama bir garson eksikliği mevcut. Biz önce antipasti‘lerimizi söyledik ortaya. Çok ünlü olmuş mozzarellasını yemeden gitmek olmazdı. Mozzarella tabağı (caprese) istedik. İsteyene 500 gr mozzarellalı bir tabak var. Tuzsuz ve yumuşak olduğu için sevmediğim tek peynir herhalde mozzarelladır. Bir tadına baktım ama yine hiç beğenmedim. Antipastilerden bir de lo zuccotto di melanzane istedik. Bu peynir ve patlıcanlı bir arasıcak tarzı birşey. Çok beğendik ve bir tane daha istedik. Bir de secondi pasti‘lerden gnocchi istedik ortaya. Patatesten yapılan makarna gibi bir yemek gnocchi. Bir özelliği yoktu.

Sonra pizzaları seçtik. Büyük olduğunu bildiğimiz için ortaya 3 farklı pizza istedik. Bir tanesi domates, sarımsak, fesleğenli, diğeri napoliten yani mozzarellası bol bir diğeri de patlıcanlı. Pizzalarının hiçbir özelliği yok. Hatta kötü bile denebilir. Patlıcanlı kötünün iyiysiydi benim için. Yemeklerin yanında 2 şişede chianti şarap içtik. Toplam 5 kişi 515 ödedik. Büyük hayalkırıklığı yaşadım İtalyan yemeklerini çok seven ve İtalyanca bile öğrenmeye giden ben. Yediğimiz sonuçta pizza. Güzel de değil ve iyi bir balıkçıda verilecekten daha fazla hesap. Zaten Vedat Milor yazılarından birinde belirtmişti gençlerin gözdesi pizzalar çok pahalı oluyor oysa bizim lahmacunlar pizzalardan çok daha güzel diye. Hak vermemek elde değil…