Mangerie’de bonfile, dana pirzola ve kahve

Elif Yalın, bir ara -galiba NTV’de- mekanıyla (Mangerie) aynı isme sahip bir televizyon programı yapmıştı. Pek tutmadı diye tahmin ediyorum, bir süre sonra yayından kaldırdılar. O programda, size nasıl gözüktü bilemem ama en azından bana dünyanın en sempatik kadını gibi gelmemişti. Mesafeli, soğukcana, kibirli değil ama hafif uyuz görünümlü. Çok severim böyle insanları. Şaka değil, gerçekten çok severim, çünkü bu tarz insanlar işini genelde iyi yaparlar. Şimdi Yasin, genelliyorum diye yine bana laf edecek ama bence öyle. Ortaya koyduğu iş iyi olan insanların, kendilerini o işin alıcısına beğendirmek gibi dertleri olmadığını düşünürüm.

Mangerie de, Elif Yalın’ın ortaya çıkardığı iyi bir iş bence. Ortam gösterişsiz ama stil sahibi; servis başarılı; yemekler az, öz, yaratıcı ve gerçekten çok lezzetli. Fiyatlar yüksek onu söyleyeyim, şimdiden hazırlıklı olun. Ben şimdiye kadar, 3 ya da 4 kez gittim. Bir iki akşam yemeği, bir iki pazar akşamüstü kahvesine. O çok meşhur kahvaltısına, pazar günleri kalabalık mekanlar beni haddinden fazla yorduğundan dolayı gitmedim.

Akşam yemeğinde, bonfile ve dana pirzola yedim. Şahaneydi. Etle birlikte, yanında gelen kereviz ve patates püreleri de çok iyiydi. Dolu dolu yemeklerdi.

Sadece yemeği değil, kahveyi de burada iyi yapıyorlar. Pazar günü sokaktaki o kalabalık kaybolduktan sonra, akşamüstü saat 4 gibi gidip, kahve & kek keyfi yapılabilecek İstanbul’daki en güzel mekanlardan biri bence.

P.S: Web-sitelerinde yer alan havuçlu kek ve brownie tarifini denedim. Muhteşem oldular. Yıldızlı beş pekiyi.

P.S 2: Tatlıların tarifleri, “Basında Mangerie” başlığı altında, Elif Yalın’ın zamanında Bazaar’da yazmış olduğu yazılar arasında, şurada.

Nar Cafe’de kahvaltı

Süt, yumurta ve reçel (bir de siyah zeytin, bir de bal) sevmediğimden mi, yoksa annemin hazırladığı kahvaltıların pek bir renksiz oluşundan mı bilmiyorum, çocukken kahvaltının hiçbir hikayesi yoktu benim için.

Sonra, çok yıllar sonra, kahvaltıya aşık oldum ben. Galiba evden ayrıldıktan sonra. Eski iştahımın ölmesinden ve yerine tamamen yenisinin gelmesinden hemen sonra. Yeni iştah, yeni damak tadı, yeni zevkler. Bir tek, annemin ninesinden yoğurt ve peynir, babaannemden ekşi, annemden de meyva aşkı miras kaldı. Gerisi tamamen sil baştan.

Kahvaltı son aşkım ya, kıymeti daha bir başka. Daha olgun, daha dolu dolu, daha vazgeçilmez bir aşk. O yüzden, kahvaltı geçiştirmediğim ve ne yediğime her zaman önem verdiğim tek öğün. İyi peynir, tok ekmek, lezzetli yoğurt ve taze meyva olacak illa ki. Pazar günleri yediğim simit dışında, başka da bir şeye ihtiyaç duymuyorum gerçi. Daha doğrusu, bunları yerken evde olmanın dışında başka da bir şeye ihtiyaç duymuyorum demeliyim.

Ama ne hikmetse, zıt kutuplar hikayesinden mi bilmiyorum, benim sevgilim birçok insan gibi arada sırada da olsa dışarıda kahvaltı yapma isteğiyle dolup taşıyor. O yüzden, işte o arada sıradaki şanslı pazar sabahları kahvaltıdan önceki saatler “kim kimi ikna edecek?” oyunuyla geçiyor. Nadiren de olsa ikna oluyorum, ama hep oflaya poflaya. Uyuz bir karakter benimki: madem ikna oluyorsun, oflamak neden?

Neyse, şimdi konumuz ben değilim konumuz kahvaltı…Geçenlerde bir pazar sabahı, yine büyük sıkıntılar içinde Rumelihisarı’ndaki Nar Cafe’ye gelip, yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz yemeği yedik (yumurta tabii ki Yasin’in :) ) . İşte, mükemmel kahvaltı benim için tam da böyle bir şey: rengarenk kahvaltı, deniz ve sevgilim.

Tam burada, huysuzluğu tavan yapmış bir kadın gibi gözükmeyeceğimi bilsem, bir parantez açar ve otururken sırtımızın değdiği arka masadan, kurdukları cümlelerde kullandıkları virgülü bile yakalayacak kadar yakın oturduğumuz yan masalardan, Boğaz trafiğinden ve havadaki o fena nemden ne kadar haz etmediğimden bahsederdim ama hayır, bu konuyu da şimdilik açmayalım. O yüzden, hayat güzel, kahvaltı şahane, laylaylom, vs…

Masada görünenler, artı bayağı bir çay toplam 45 TL verdik diye hatırlıyorum. Hatta daha da az olabilir.

 

Lacivert’te pazar kahvaltısı

İşte elime yapışan yazılardan biri daha. Bir taraftan sizin (ve benim) şimdi Cuma günü ofisinizde brunch porn‘a ihtiyacınız var (bkz. google’dan gelen “kahvaltı mekanları,” “pazar brunch”, “kahvaltı boğaz” aramaları), bir taraftan Pazar’ın güneşli olup olmayacağı belirsizliğini koruyor, diğer bir taraftan da korkarım film o kadar iyi çıkmayacak. Kararsızlıktan ortada kaldı işte.

Hani üç hafta önce haftalarca bulutlu yağışlı havadan sonra Pazar günü güneş açmıştı, hatta sıcaktı. Herkes Boğaz’a fışkırmıştı. Biz de fışkırdık, Lacivert’e gittik. Rumelihisarı kalabalığından Lacivert’in teknesiyle taka taka taka uzaklaştık. Karşıya varınca siyah gözlüklerinin arkasına saklanan beyaz Türklerin ve kirli beyaz Türklerin arasına hemen kaynaştık. Güneşte otura otura kızardık. O gün aldığım D vitamini ile yaşıyorum hala. Hayallerinizi yıkmak istemem ama Pazar günü Boğaz’a nazır, yayıla yayıla, öğleden sonralara kadar güzel kahvaltı olmadı tabii. Boğaz gürültüydü, müzik biraz fazla, biraz da fazla muzak‘ti, ahali zevzekti. İlla Pazar olacaksa, illa Boğaz olacaksa, olsa olsa illa sabah kargalarla birlikte olabilir.

Açık büfe kahvaltı için isteseler çok daha iyisini yapabilirler. Daha önce bir gittiğimde yediklerim, websitelerinde reklam ettikleri brunch‘a daha yakındı. Peynirler, zeytinler, reçeller, börekler falan, eyvallah göz doyuruyordu ama onun dışında bir özelliği de yoktu bence. Börekler ya sert ya kuruydu. Tatlılara ise göz gezdirin, iç geçirin ama kendinizden geçmeyin. Hiçbirinden yemeseniz, hiçbirşey kaybetmezsiniz. Üç, beş çeşit börek, domatesin hıyarın yanında kuş otu, aralarında nevruz şerbeti bile olan şerbetler gibi bazı ilginç şeyler vardı. Hadi oradan da bir iki artı puan. Bir de servis, yani sandalye masa ayarlama, çay-kahvesiz bırakmama da bir iki puan. Yani yediklerimize bakıyorsak 0, kahvaltı mekanı arıyorsanız 1.

Kişi başı 50 lira.

www.lacivertrestaurant.com

Deneme bir ‘ki: Ladurée

Bence bu makaron benim tarzım değilmiş. Belki çikolatalısı, o kadar.  Bu kadar sürü psikolojisi bana yeter.. Ben acıbadem kurabiyemle, bezeyle mutluyum..

Tanesi 3.45 TL. Ama yok kesekağıdında değil kutuda alacağım ben derseniz 4lü kutu 20TL 6’lı 30 TL.

Hayri’de mantar

Ben de seni seviyorum Hayri Amca. Salatanın üstüne haşlanmış brokoli serpmeni seviyorum. Durup dururken bir tabak mantar çıkarıp “Bi arkadaşım gönderdi bu mantar turşusunu. Kışın sadece 15 gününde, o da yağmur yağarsa çıkıyor, Kastamonu’nun bir köyünde.” demeni seviyorum. Ortaya gelen tepeleme balık yığınını silip süpürdüğümüz için bizi takdir etmeni, balığı iki didikleyip bırakanları kınamanı. Ne zaman masadaki muhabbeti bölüp sempatiklik yapacağını, ne zaman bizi kendi halimize bırakacağını bilmeni. Sokakların ıssız olacağı kadar soğuk bir kış gününde, bir kış tatilinde yazlık yere gelmişiz de şansımıza açık bulduğumuz tek yere sığınıp ısınmaya çalışıyormuşuz, küçük kasabanın muhabbeti olan tek mekanını bulmuşuz hissini dükkanının yine yeniden verebilmesini. Senin beni sevdiği nereden biliyorum? Bir, biliyorum işte. İki, sen hepimizi seviyorsun.

Rumeli Balıkçısı’nda bi buçuk

Kendime nihayet bir rakı buddy‘si buldum. Kıza kıza rakı içmek, genelde etrafımdaki kızları razı etmek zorunda olduğum birşey ama Eda sağolsun daha ben ağzımı açmadan kendiliğinden teklif ediyor. Boğaz’da sportif sportif 3 saat kadar yürüdükten sonra acıkınca balıkçıya oturmak da onun fikriydi. Rumeli Hisarı’nda çaycıların kahvelerin ortasında, daha doğrusu Sade Kahve’nin hemen yanında bir balıkçı bitiverdi ya üç beş ay önce, işte orada oturduk. En temel mezeleri istedik: peynir, kavun, fava, patlıcan salatası, midye dolma, salata. Garsonun getirdiği şişenin dibinde kalan öyle denk geldiği için ne tek ne duble, bi buçuk içtik ikimiz de. Rakının miktarı dışında işin kitabına, adabına uyduk. Balıkçı da işin kitabına uymuş. Her yediğimizden memnunduk. Rum müziği, balıkçı malzemesi dekoruyla, resimleriyle daha bir kendi halinde bir yer olmayı, Boğaz balıkçısı ekolüne uymamayı da becermiş. Yani 1 (bir) burası, 0 (sıfır) değil. Ama boştu bayağı. Siz gittiğinizde servis kötü çıkarsa benden bilmeyin. 50 lira.

Happily Ever After’da Pancake

Uzun bir süredir buluşma planımızı bir türlü denk getiremediğim Bahar’la önce bir kahve içelim diye gittik. Sonra dedim yok olmaz tek başına kahve, bir de tatlı söyleyelim. Ama fazla gelir en iyi bir taneyi paylaşalım. Şu an tam ismini hatırlayamadığım içinde çikolata parçaları olan yanında akçaağaç şurbuyla servis edilen bir tane söyledik. Sevdik. Bir kere yavan değil,ağır hiç degil. Bu Pancake 13 ,ekstra muz 5 lira. Aklınızda bulunsun Cumartesi günleri Happily Ever After’ın içerisinde in cin top oynuyor, tüm curcuna cadde tarafındaki kısımda.

Hayri Amca’nın yerinde tatil

Assos’ta Küçük Oteller Kitabı‘ndan seçip de kaldığımız bir yer vardı. Avluya bakan üç dört kapı var, biri mutfak, birinde sahipleri oturuyor, diğer ikisi de altı salon üstü ikişer oda süit gibi. Sahibesi kadın, ayakkabıyla sokturmuyor müşterilerini kalacakları odaya. Kitapta taşradaki akrabaları ziyaret etmek gibi bir deneyim diye uyarmışlar. Öyle hakikaten. Kadın kocasından bahsedip “Cevat amcan şöyle yapar, şunu der” falan diye konuşuyor. Nitekim akşam sahilde balık yemekten gece 1 gibi dönerken, telefon etti, “Hani neredesiniz?” diye.

Hayri de benim o amcam işte. O bilmiyor bunu. Hafta içi işten çıktığımızda o kadar yorgundum ki ağlamaklıydım. Arnavutköy’e karar kılmıştık Selçuk’la, varınca tur attık ilginç yer var mı diye. Bir taraftan Abracadabra’ya gidip gereksiz paralar harcayıp, sinirleneceğim şeyler yiyip “normal insanlar” gibi hissetmek istedim. Ama deniz görmek yerine Hayri’nin yerini tercih ettik.

Dışarıdaki masalardan birine, plastik taburelere çöktük. Mezeler yine mükemmeldi. Çıtır semizotu yapraklarının üstüne yoğurt ve pul biber. Biber kızartmasının üstündeki domates sosunun mukabilini herhalde en son çocukluğumda yedim. Hatta bir semizotu daha isteyip yoğurt yerine bu sostan koymasını istedik. Hiç naz yapmadı Hayri amca. Süper bir icat oldu ama yine de sarmısak istiyordu. Yine çok şekerdi Hayri amca. Bizim masadan tabure çalıp karşı dükkanın önünde oturacak esnafa verdi. Rakıları pencereden dışarı sarkıttı verdi. Balıkları tek porsiyonluk hazırlayıp dondurduğunu olanca dürüstlüğüyle anlattı. Önce sardalya teklif etti, sonra kalmadığını anlayınca pek mahçup, başka balıklar önerdi.

Otururken hiç ihtimal vermiyordum ama yine üç metre önümüzdeki araba-vale-park etme-geçme didişmeleri, ciplerden inen görgüsüzler kilometreler ötesine kaydı, yine dalgalar ayağıma vurmaya başladı ve bir saatliğine de olsa tatil oldu bana.

Birer balık, bir duble, bir bira, 60 lira.

Polisevi’nde levrek

Daha önce yazmışımdır eminim. Guy de Maupassant’ın Paris’te yemek yemeyi tercih ettiği yer Eyfel Kulesi’ndeki lokantaymış. Nedenini “Eyfel garabetini görmek zorunda kalmadığım tek yer” diye açıklıyormuş. Ben de mümkün olsa birinci  köprüde yerim İstanbul’da. Buna rağmen, köprüye herhalde en yakın mekan olan Polisevi’nde pek bu hisse kapılmadım. Artık japon kerhanesi ışıklarını en azından dansettirmediklerinden zaman zaman bakılabilir oluyor. Bu açıdan hoş, mühendislik yapısı olarak ihtişamlı bile denebilir.

Polisevi’ne sahilden merdivenlerden çıkmak yerine mümkünse Portakal Yokuşu’ndaki girişten girin, kulağımı hoş sözlerle çınlatmayın. Makul fiyatlı, standart mezeli, rakılı, balıklı, “ızgaralar var”lı tipik bir lokal burası. Emniyet mensubu iseniz yüzde 30 indirim varmış hatta. Terasına yerleşilip güneş batırılacak, ay doğurulacak, rakı içilecek bir yer. Biz gittiğimizde gördüğümüz kadarıyla da vatandaş var, halk yok.

Biz tam herkesin ana yemeklerinin servis edildiği zamana denk geldiğimiz için midir bilemiyorum, servis yavaştı. Oturmamızla balık gelmesi arasında 45 dakika vardı. Ama arada oyalandığımız Akdeniz salatası az peynirli, az mısırlı bol otlu ince kıyım harika bir salataydı. Biz şımarıp deniz levreği ve kalkan yedik, birşey içmedik, iki kişi 84 lira verdik. Giderim bir daha.

Bu arada resmin sağ alt köşesindeki Hatice Hatun yalısına da dikkatinizi çekmek isterim. Hani ben kendimi bildim bileli İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü olup da şimdi, Gaziosmanpaşa İlköğretim okuluyken yakılan Naime Sultan yalısıyla birlikte DoCo reklam panosunun arkasına saklanıp, Selçuk’un tabiriyle varlığı unutturulmaya çalışılan. Üç beş yıla açıldıklarında davetli olduğumuz düğün derneğe gitmek konusunda aklımızca vicdan azabı çeker, yine de gideriz.

Baylan’da tabii ki kup griye

Herkes evini, yalısını apartmana dönüştürürken, dedem Çatalçeşme’deki yalıyı apartman yaptırma fikrine direnmiş. Bir süre sonra tarihi eser kapsamına girmiş. N’oldu sonunda? Renove edemedik, sattık. Alan, içine havuz yaptırmış, dışını da frambuazlı pasta rengine boyamış. Koca apartmanlar arasında yalnız kaldı. Hatta Semih Balcıoğlu bu halinin bir karikatürünü çizmişti.

Baylan’ın hikayesi biraz buna benziyor bence. O kadar uzun süre kurumsallaşmaya ve/ya ortak almaya direnince n’oldu? Kurumsallaşmanın 2010 versiyonu oldu, dev bir kurum, Altınmarka şirketi, aldı ve Bebek’te 16 liraya Kup Griye ve başka objects of desire satar oldu. Ama ben hiç “Ah, çocukluğumun Baylan’ı…” geyiğinde değilim. Eminim 1934’te ismini Loryan’dan Baylan’a değiştirince de, 1967’de Beyoğlu şubesi kapanınca da benzer geyikler yapılmıştır. Bebek’teki Baylan da şimdiki çocukların çocukluğunun “Ah, çocukluğumun Baylan’ı” olacak.

Ben aslında kup griyeci değilim. Çikolatalı musçuyum. Çocukken Karaköy’dekinde mus yediğimi hatırladığımdandır belki. Kelebek etkisi işte. Yalı satılmasaydı, Bağdat gençliği olacaktım belki. Baylan daha önce ortak alsaydı veya büyüseydi Görgülü, Bahar gibi bir pastane olacaktı, bu kadar tantanası olmayacaktı belki.

www.baylanpastanesi.com.tr