Tektekçi’nin turşuları

Ben turşu da sevmem, can eriği de. Ama can eriği turşusu ne turşu ne can eriğidir, bayılırım! Tektekçi’de shot’ların yanına can eriği, bamya ve kornişon turşusu verdiler ya, hats off. Beş shot 34 lira.

Kaç yıldır bekliyorum Yesek mukabili bir İçsek blog’u falan olsa diye ama henüz görmüşlüğüm yok. Shot’larla ilgili değerlendirmemi ona saklıyorum!

www.tektekci.com.tr

Münferit ve Çayeli fasulyesi

Aslında Münferit’e daha önce gitmiştik ama Jonny Rock’ın DJ setinde coşmak içindi o. Bu sefer yemeklerini test etmeye gittik. Bahanemiz de vardı en alasından: iş -hatta sektör- değiştiriyorum. Değişik bir şeyler denemek lazım. Her anlamda. İlk sürpriz Sıdıka ile karşılaşmak oldu. Onlar da çift olarak gelmiş, önce ayak üstü hoşbeş ettik, derken dayanamayıp masaları birleştirdik. Her bakımdan harika oldu, hem muhabbet hem de denediğimiz mezeler ikiye katlandı.

Münferit kazık bir yer. Ama ödediğinizin hakkını geniş geniş alıyorsunuz. Web sitelerinde menüleri vardır diye düşünerek yediğimiz hiçbir şeyin adını aklıma yazmamıştım. Maalesef site bomboş çıktı. Hatırladığım kadarıyla tarif edeceğim. Ördekli bir meze var mesela. Çerkes tavuğunun ördeklisi. Çerkes tavuğu sevmem, ağır gelir, ördeğe de aynı sebeple mesafeliyim. Ama ben bu mezeye yumuldum ve de yamuldum. Kağıtta servis edilen porçini mantarlı peynir var sonra. Mantarın aroması peynire nasıl güzel işlemiş, nasıl bir lezzet vermiş… Limonlu püreyle servis edilen ahtapot salatası var. Ahtapotu tam kararında ve bir püre ancak bu kadar hafif olabilir. Sonra maş fasulyeli karides… Böyle tarifsiz bir lezzetler geçidi. Ne yediysek mest olduk. Ana yemek söylemedik ve sadece meze yedik. 1 şişe beyaz şarapla birlikte 250 TL gibi bir hesap ödedik. Füzyon mutfağının hakkını vermişler. İlginç şeyler denemek isteyenlere duyurulur.

Gelelim Çayeli’ne. Aslında kuru fasulye de sevmem pek. Daha doğrusu çoğu yerde vasat bir tadı olduğundan aklıma gelmez. Ama bu sefer, ah bu sefer… Olayın kaynağı yine Sedat tabi. Ajansa söylüyorlarmış, kaç zamandır bana da denetmek istiyordu. Haftasonu günaha girdik, Beşiktaş Pidepark’tan 2 porsiyon kuru, yanında pilav ve turşu, ve hatta onların da yanında 2 adet lahmacunla destan yazdık. Lahmacun idare eder, pilav ve turşu standart. Ama kuru fasulyesi hayatımda yediğim en muhteşem kuru fasulye. Zaten alıştığımız kuru fasulye formatından farklı, top top bir şekli var. Bol tereyağıyla pişirmişler, tadı ayrı muhteşem, kokusu ayrı. Tam da Münferit’in yoğun füzyon etkisinin üstüne, uzun zamandır tattığım en unutulmaz milli lezzetlerden biri. Fiyatı da hatırlayamayacağım kadar makul. Pidepark’a saygı duruşundayım.

Pidepark Beşiktaş: 212 258 30 31

Kosinitza, yeniden

Kosinitza’yı 3 sene önceki ziyaretimde pek bir beğenmiştim. “Bayılacaksın” diyerek, Yasin’i de o yüzden götürdüm zaten. Biraz da hava atmak için tabii :) Ha ha, bak ben neler biliyorum edasında. Hala çocukça bir kapışma hali, nedendir bilinmez.

Bir de ben, küçük, karakterli, şık, özenli, şirin ve de cesaretli lokantalari seviyorum. Bu tarz mekanlardan, İstanbul’da bir elin parmağı kadar var zaten. O yüzden, bir buldum mu, abarta abarta sahiplenmek ve bahsetmek istiyorum. Sevdiğim şeyler söz konusu olunca sakin kalmayı tercih etmiyorum, abartmak hoşuma gidiyor.

Yasin’e de, bundan dolayı, Kosinitza’yı anlattım anlattım durdum gitmeden. Gittik. Mekana, o da benim gibi bayıldı. Sonra lokantanın ortasındaki o soğuk yemekler masasına baktı ve başladık. Ondan da deneyelim, bundan da. Şımardıkça şımardık. 5 tane soğuk söyledik, 2 de ara sıcak. Ana yemeği, doymazsak söyleriz diye, sonraya bıraktık.

Soğuklar gelince, benim abartan dilim gittikçe sessizleşmeye başladı. Bebek kalamar salatasında, herşey çok mu sessizdi? Salatanın biraz aside mi ihtiyacı vardı ya da belki iyi bir yardımcı malzemeye? Birşeyler eksikti işte, hafızada yer etmiyordu yemek. Arkasından gelen közlenmiş patlıcanlı somon fena mıydı? Kesinlikle değil, çok iyi değildi ama. Elma sirkesiyle marine edilmiş ringa balığı çok fenaydı ama. Sorun ringa balığında mıydı, marinasyon yönteminde mi bilemiyorum, ama birinci lokmadan sonra ikinciyi almakta gerçekten çok zorlandım. Marine hamsi iyiydi. Hatta soğuklar arasında en iyisiydi. Şarapla da, rakıyla da iyi gitti. Hem dolu bir tat, hem zarif. Beşinci olarak, bir şey daha yedik, inanın hatırlamıyorum. Balıklı bir yemekti ama damak hafızamda iz bırakmamış.

Ara sıcaklar geldi hemen arkasından. Deniz mahsullü pilav ve ahtapot ızgara. Pilav lapalaşmıştı ama tadı iyi, pilav konusunda purist değilseniz, yenir. Abartılacak bir şey var mı? Yok kesinlikle. Ahtapot, tuzu biraz fazla kaçmış olmasının dışında, gecenin yıldızıydı bence. Ne çok yumuşak, ne kayış gibi. Tam kararında, lezzeti yerinde. Gereksiz hiçbir şey yok, sade ahtapot. Hakkımdan fazlasını yedim, tabii ki.

Biz bütün bu yemeklerden sonra, Yasin’in rakısı bitmeyince, bir de ana yemek söyledik. Kavrulmuş dolmalık fıstıklı fırında sardalya. Fıstıklar güzel bir kıtırlık katmıştı balığa, valla ben beğendim. Sardalya da iyiydi aslında. Olmuş da, sanki daha iyi bir şeyler bekledik, hani böyle “vay be!” demedik.

Artun Ünsal, bir yerde okumuştum, “beğenmedim yerleri artık yazmıyorum” demiş. Ne güzel! Ben de yazmak istemiyorum. İnsan bir geri geri geliyor yedikleri hakkında olumsuz bir şeyler yazarken, hele ki zamanında gidip de beğendiği bir yerin yemekleriyse mesele. Hele ki büyük büyük anlattığı, övdüğü bir yerse burası. Yazmamak gerek belki, yanlış yapıyorum. Önceden övmeseydim, şimdi de yazmadım. Belki bundan dolayı.

Bir küçük şarap, bir küçük rakı ve tüm yediklerimiz toplam 173 tl geldi.

Eleos-Yeşilköy

Gerçekten mi? Eleos’tan daha önce hiç bahsetmedim mi? Çok ayıp bana! Kendine saklamayı seven bir insan da değilim üstelik. Herkese anlatırım neyi biliyorsam, hele ki sevdiğim bir şeyse, saatlerce hiç susmadan anlatabilirim. Eleos’u neden anlatmadım bilmiyorum. Geçen seneden beri bir garibim, belki ondan.

15 senedir Yeşilköy’de oturuyorum ve buradaki hemen hemen her balık lokantasına minimum 3 kez gitmişliğim vardır, -deneyim konuşuyor yani, iyi dinleyin- bunların içinde Eleos ilk seferden sonra gitmeyi özellikle benim istediğim tek lokanta. Babam mesela Fener Lokantası’nı, Yalı’yı, az da olsa kazıkçı Yüksel’i sever. Eski Ev’i, Ogün’ü, Balıkçılar’ı, İhtiyar Balıkçı’yı da sevenler var. Bunların içinde gerçekten kötüleri var, ama boşverin bugün iyi günümdeyim o yüzden artılara odaklanmaya çalışıyorum.

Bir kere, Eleos’un tipi farklı. Beyaz meyhane diyordu kendine galiba. Doğru, her tarafı bembeyaz bir meyhane. Bir de mavi, Ege mavisi. Patron mimar bildiğim kadarıyla, ondan galiba dekorasyona özenmiş. İyi de yapmış valla, öbür balıkçılarda benim bir içim darlanıyor. Bir de adam işiyle alakalı, lokantanın ortasında durup her daim herşey yolunda mı diye kontrol edip duruyor. Garsonlar açısından sinir bozucu tabii bu durum, devamlı tepelerinde iki göz. Ama ben müşteriyim, ben rahat ediyorum. Herşey tıkır tıkır işliyor.

Müşteri pek bir şımartılıyor burada. Mutlaka, müessese bir şeyler ikram ediyor. Hoş bir şey tabii. Bizim gittiğimiz son akşam, kabak kızartma ve peynirli közbiber göndermişlerdi. Hee, tabii bir ahtapot değil -aramızda da kimse assolist değil zaten, yalan mı?- ama yine de bir şey. Önem veriyor adamlar, bunu anladık. Sonra, bu önemi pek bir güzel faturalıyorlar gerçi ama o konuya sonra geleceğim. Şimdi yemekler.

Yemeklerde klasikler de var, benim gibi “yeni bir şey deneyelim!” diye ısrar edenleri tatmin eden çeşitler de. Bir de kendine has küçük imzaları var her yemekte, o da hoş mesela. Salatanın üstüne, küçük bir portakal şekerlemesi kondurmuşlar. Çok mu bir şey değişti? Yoo, ama adamlar düşünmüşler. O yüzden, kocaman alkış.

Soyalı uskumru iyiydi o akşam (iki porsiyon ısmarladık), bir de midyeli lahana dolması. Deniz börülcesinin nasıl olduğunu hatırlamıyorum, demek ki kaydetmemişim. Ahtapotu yazmışım ama, muhhteeeşeeemm olmamakla birlikte o da iyiydi. Bir de peynir ve kavuna önem vermişler, bir zahmet gidip iyisini seçmişler. Hayır, bunu yapamayanlar var, ondan söylüyorum.

Yasin bir duble rakı içti, ben de soğutulmuş bir kadeh beyaz şarap. Müesseseden yine bir tatlı ikramı geldi. Arkasından da tokat gibi bir hesap. İki kişi 145-150 arası bir hesap verdik. Ne balık yedik, ne karides ne kalamar, ne de çok bir şey içtik. N’oluyor ya? dedim. Burası da onlardan olmuş. Ne yediğinizin bir önemi yok, kelle başı hesap yapan balıkçılar klubüne hoş geldiniz. Böyle değildi burası, ne biliyim herhalde bu işin raconu bu…

Artılara odaklanacağım diye başlayıp, sonlarda kendimi bozdum ama n’apiyim onlar da bana aynısını yaptılar. Hoş mekan, iyi servis, ikramlar, arkasından bam! kapı gibi hesap.

Yine de Eleos iyidir son kertede. Zaten hangi balıkçıya gidersen git kişi başı 70-80 ödeyeceksin bu şehirde. Onu anladık.

Lokanta Maya

Kendime geldim. Gerçekten şöyle derin, güzel, rahatlatıcı bir nefes aldım. Yemek yerken, yemekten, ortamdan, o andan keyif almayalı çok uzun zaman olmuş. Gürültü dışında, herşey şaşırtıcı derecede şahaneydi.

tulum peynirli közbiber, (fıstık & üzümlü)

ahtapot, ekmek üstü

keçi peynirli incir

çiğ levrek, domatesli

mücver, yoğurt soslu

krem brüle

sakızlı dondurma (dondurmacci, mecidiyeköy’den alınıyormuş)

ekşi maya ekmekler

umurbey, beyaz şarap (2 şişe, belki daha fazla, o kısmı tam net değil :) )

233 tl idi.  galiba.

Meze’de meze

Pazar akşamı çok da düşünmeden, planlamadan Que Tal’a gidip kapalı bulup, aklımızda yedekte bulundurduğumuz Paristanbul’u da fazla boş bulduktan sonra hemen oracıkta aklettiklerimizden Kiva Han’a değil de Pera Thai’ye karar verip, onu da kapalı bulunca yanındaki Da Vittorio’ya ancak La Brise’i beğenmezsek veya kapalıysa geri dönmeye karar verdikten sonra, benim zaten merak ettiğim Meze’yi de göz ucuyla teftiş etmek için Pera Palas’ın önünden geçerken dolu ve hareketli olduğunu gördük ve daldık. Selçuk fikrimizi sormadı bile. Sonra utanmadan “bak iyi ki getirmişiz Eren’i” dedi. Hülasa, insan koskoca Yesek’çi bile olsa, yiyecek yer bulmakta zorlanıyor.

Tabii böyle plansızlık bazen güzel sonuçlar veriyor. Bu Meze denen yer Karaköy Lokantası, İnciraltı ve Demeti ekolünden, modern medeni okumuş meyhane. Beyaz örtülü, tek tek seçilmiş kap kacaklı, kibar garsonlu. Anladığım kadarıyla ortak olan iki tip günlük koşuşturmayı bitirmiş, müşterilerle salonlarındaymış gibi muhabbetteler. Masa masa geziyorlar, gerekli müşteriye gerekli yabancı dilde hatır soruyorlar. Ama asıl tav olmam, meze dolabının başında oldu. İçi peynir ve patlıcanlı, üstü domates soslu tüp biberlerin n’olduğunu aklınca kısa yoldan anneme anlatmak için Selçuk “jalapeno poppers yani” deyiverdi. Bize mezeleri anlatmakta olan ortak/aşçı kızdı, gayet kibar bir biçimde “Yok jalapeno poppers değil, tüp biber onlar” diye, hem de çok doğru telaffuzla, savundu mezesini. Bu cümleyi Captain Subtext’e göre tercüme edeyim: “Sen o biberleri düzenli olarak temin edebilmek için neler çekiyorum biliyor musun, ukala dümbeleği?” Allahtan Selçuk’un sonradan mıhlama için kullandığı Laz fondüsü lafını duymadı!

Okumuş meyhane dememin bir diğer sebebi de farklı mezeler yapmaya cesaret etmeleri. Mesela bademli pırasa kavurma, mesela mavi peynirli ve kavurmalı mıhlama, mesela tahin suflesi. Denemediklerimizden, üzüm suyunda taze fasulye. Zarifi tipi moderen meyhanelerdeki “karidesi, ahtapotu nasıl süslesek de kazık hesabın üstünü sıvasak?” şeklindeki “ilginç meze” arayışı değil belli ki.

Yediklerimiz yer yer iyi, yer yer “ehh”ti. Biberler, mıhlama, patlıcanlı gül böreği ve özellikle yanında verdikleri domates sosu, bakla falan gayet iyiydi. Bademi fazla kavrulmuş pırasa kavurmada, yine fazla bademli olan ve sufleden çok bildiğimiz fırınlanmış helvaya benzeyen tahin helvasında pek bir numara yoktu. Bir de meyhane cacığını metal kaseye koymalarını pek sevdim.

Meze dışında da çok şey vardı menüde, aklım kaldı. Bir de duvarlar boş olduğundan herhalde, o anda orada olan insan sayısının üç katı varmış gibi gürültüydü ama bence iyi birşeydi, canlı cıvıl cıvıl olmasını sağlıyordu.

Ay ben sevmişim burayı, hala toparlayamadım. Bana Amerikan solcusu üniversitemde “Subvert the dominant paradigm” diye öğrettiler. Ama illa büyük aktivist olmak, yürümek gerekmiyor bunun için bence. Günlük hayattaki küçük küçük kararlarla oluyor. Basit konularda birşeylere “hayır” demekle oluyor. Meze’de Mey’in rakıları, Doluca’nın, Kavaklıdere’nin şarapları yoktu. Rakı Efe, şaraplar Melen veya ithaldi. Dükkan sahiplerine sormaya gerek yok. Belli ki küçük ama bilinçli bir karar bu.

Üç kişi, iki tek, dört bira 205 lira.

www.mezze.com.tr

Uzun bir aradan sonra…

Bir seneden fazladır, siteye yazı yazamadım. O yüzden de yazı bana küsmüş herhalde, nasıl başlasam, nereye bağlasam pek kestiremiyorum.
Son bir sene ne yedim, ne içtim, nerelere gittim diye başlasam, herhalde anlatacak bir şey bulamam, çünkü bir lokantaya nadiren gidiyorum. O da genelde iş yemekleri için oluyor.
Heyecanımı yitirdim, depresyondayım diye ağlamayacağım, merak etmeyin. Sadece, olur ya bazen böyle, dışarıda çok vakit geçirmek istemezsiniz. Belki “hep aynı şey, hep aynı şey” sıkıntısından, belki de “evde pişirdiğim kekler, dışarıdakinden daha güzel” inancından (ya da kandırmacasından :) ), belki de heyecan eksikliğinden, belki de gürültü, patırtı ve kalabalığa artık katlanamayışımdan. Bilmiyorum, belki de hepsi.

Hee, bazen esiyor, Kantin‘de geç bir öğle yemeği yemek istiyorum, hatta bana Ottolenghi çağrışımı yapan yeni dükkanlarını da merak ediyorum. Sonra, bir akşam, Kosinitza‘da keyifli bir yemek yemek istiyorum. Güzel bir cafe & fırın keşfetsem diyorum bazen, çok özentisin demezseniz, mesela Tartine gibi. Bir de, özellikle pazar akşamüstleri, şöyle sakin bir yerde güzel bir cappucino içebilmek istiyorum. Evet, cappucino, ne var? Komik mi?

Neyse, toparlamak gerekirse, fırın ve cappucino konusunda çok yetersizim, desteklerinizi bekliyorum.

Taj Mahal’de acı, baharat ve mutluluk

Gideli bi 10 gün kadar oluyor, o bakımdan yemeklerin adını çok net hatırlayamıyorum. Web sitelerine baktım, orda da yarım yamalak görünüyor menü. Ama yediklerimin bende bıraktığı iz, yemeklerin isminden çok daha kalıcı olmuş sanırım, zira 10 gündür Taj Mahal sayıklıyorum.

Tünel’deki şubelerine gittik. Aslında 1 hafta öncesinde Cihangir şubesine gitmeye kalkışmıştık ama gittik baktık kapanmış. Sitede verilen adrese aldanmayın yani. Tünel şubesi ufak, sakin, gösterişsiz bir yer. Menüyü idrak edip yemekleri seçmemiz biraz vakit aldı. Ne sorduysak bıkmadan cevap verdiler. Hindistancevizi sütünde elmalı tavuk, masala lamb, zerdeçallı ve kimyonlu patates (dam allo’ydu galiba adı), sebzeli safranlı pilav ve sarımsaklı ekmek söyledik. Beklerken de biraları yuvarladık – ki epey uzun bir bekleyiş oldu, neredeyse 40 dakika.

Fashionable tarzda janjanlı yemek takımları filan beklemeyin, son derece mütevazı bir sunumla geliyor yemekler: oldukları gibi. Ekstradan bir parlatma çabası yok. Bunu çok sevdim. Porsiyonlar makul, ne çok fazla ne çok az. Yemeğinizin ne kadar acı olmasını istiyorsanız söylüyorsunuz ve belli ki sizi gerçekten dinliyorlar. Her şey tam istediğimiz kıvamda geldi. Yana yana ne söylediysek silip süpürdük. O akşam hiç tatlı yoktu maalesef, deneyemedik. Etler güzeldi, pilav bence harikaydı ve hele de o sarımsaklı ekmekte resmen aklımız kaldı. Bir dahaki sefere 3-4 tane söyleyip çıkarken paket yaptırmak niyetindeyiz. O kadar acılı, baharatlı yemeğe rağmen en ufak bir hazım sorunu da yaşamadık. Üstelik saçlarım ertesi gün bile Mısır Çarşısı gibi kokuyordu, bu da cabası.

2 kişi yemekler + 2 bira 65 TL

Barbarot

Şevketi Bostan 6.50
Ebegümeci 6.50
Isırgan otu yemeği 6.50
Ege otları yemeği üçü bir arada (Kapurcak, Radika, Kuş Yüreği) 6.50
Ege otları yemeği ikisi bir arada (Malatura, su teresi) 6.50

Barbaros’un bugünkü menüsünden. İki günde bir öğle yemeğimizi ısmarladığımız Barbaros son üç haftadır otlar konusunda coştu, Barbarot oldu. Ben de sırf merak ve istekten değil, aynı zamanda vazgeçmesinler, destekleyeyim diye hep ot ısmarlıyorum. Burası öyle cici, hanımeli falan bir yer değil, benzinci arkasında bolkepçeci ya, her an vazgeçebilirler. Görüntü hiç iyi olmuyor ama bazıları çok ot gibi veya fazla haşlanmış falan oluyor, bazıları çok güzel oluyor. Ben ikisi bir arada ısmarladım bugün, geldi hatta şimdi. Müsaadenizle, bana afiyet olsun.

Enstitü’de balkabaklı mücver

Hayat ne garip. Aylarca yıllarca Enstitü sadece öğlenleri açık olduğu için gidemediğime hayıflandım. Ne zamanki artık akşamları da açık olmaya başladılar, denk düştü ve öğlen gittim! Kafka’nın Kanun Önünde hikayesini hatırlattı. Gerçi ben sonunu adam vazgeçtiği anda kapıcının girmesine izin verdiği şeklinde hatırlıyordum.

Kalabalıktı, herkese yılbaşı arifesi bir çarptığından civcivliydi. Elalem öğlenleri ne güzel yerlerde yiyerek, şarap içerek geçiriyor hayatı hissini veriyordu. Öğrenciler, asker gibi üniformalı, patron/örtmen tipliler sweatshirt’lüydü. Yemekte biz notu en çok geç servisten kırdık. Yemeklerin kendisi ise, öğrenci yemeği olarak bakarsan iyi, fiyatlara bakarsan idare ederdi bence. Mesela domatesli pirinç çorbası adını verdikleri ama aslında pirinçli domates çorbası denmesi gereken çorba maydanozuyla falan tam olması gerektiği gibiydi ama harikaydı diyemem. Ben nohut-pilav yedim. 12 lira vermesem nohudun hafif sert, pilavın da hafif kuru ve biraz fazla tel şehriyeli olmasına laf etmezdim. Ama yanında şarap değil 12, paha biçilemez lira. Daha ilginç yemekler, ticarethane işi bol unlu ama lezzetli balkabaklı mücver, kabuklu kabuklu pişirdikleri zeytinyağlı yer elması, içindeki et dişe gelen mantı ve artık bulması zorlaşan mozaik pastaydı. Şimdi menüsüne bakıyorum, yine pek seksi görünüyor. Buna rağmen bende yaratması gerektiğini düşündüğüm heyecanı yaratmıyor nedense. Giderim yine ama galiba, artık kapıyı kapatabilirsiniz.

Karikatür, Selçuk Erdem’den olmalı.

www.istanbulculinary.com