Mohti Laz Meyhanesi’nde kalanlara ‘gel’me!

Mehmet’in yarı görevli yarı zorunlu olduğu sergi açılışını siyah giymemiş olmamız ve kapı dışında dikilip şarap ve sigara içmediğimiz halde atlatmış ve tabiri caizse dükkanı kapattıktan sonra klasik nereye gitsek sorunsalına yakınlığı itibari ile Mezze‘yi önerip daha önceki elektrik kesintisinden dolayı kapalı olduğunu öğrenince ikinci seçenek olarak Mohti’yi önerdim. Önce hangi sokakta diye aranırken vazgeçmenin ucundan dönüp olduğu binayı bulup üst kata çıktık. Zaten adından belli sıradan bir yer olmadığı; girişinin de farklı olması hoşgörülebilir dedik, bir maceraya atıldık.

Genelde mutfakların kapandığı saatlere denk geldiğimiz için menüden seçmek yerine garsonun tabiriyle “kalanlardan” yemek nasib oldu. Patates salatası, ıspanak kavurma, hamsili mısır ekmeği böyle geldi. Diğerleri istek üzerine geldi: Muhlama, peyniri ve yağı ayrı katmanlar olarak; tereyağın rengi koyulaşmış olarak geldi, biz karıştırdık. Fasulye turşusunun kavurması yokmuş, turşunun kendisi geldi. Hamsinin kuşunu yapmıyorlarmış; tavasını yedik. Birer tek içtik 85 TL ödedik.

Açıkçası yediklerimizden çok konuştuklarımızı hatırlıyorum. Yemek oldukça vasat bir agastronomik deneyimdi. Uzun süredir merak ediyordum; merakımı gidermiş oldum, bir tek o işe yaradı (muhabbet baki). Canınız o bölgeye ait yemekler çekiyorsa Trabzon Kültür Derneği‘ne gitmenizi tavsiye ederim.

www.mohtilazmeyhanesi.com

Agora Restaurant’ta sıra arkadaşımla

50441247

Hiç bu yaşta bir sıra arkadaşımın olacağını düşünmezdim ama durumlar, tutumlar ve yaklaşımların kesişmesi ve bunun enlem, boylam ve zamanın da kesişmesiyle beraber ortaya çıkan durumsal uzayzaman böyle keyifli bir dostluğu kazandırdı bana. Tuncay’ın eskiden mahalle meyhanesi olarak iş çıkışı gittiği Agora Restaurant’a beraber gitmek ne artık mahallesi, ne de aynı işin çıkışı olduğu bir zamanda gittik. Bahsetmişti bir iki kere; kuzu çevirme yapılan çok salaş bir yer var diye Bağlarbaşı’nda, birgün gideriz diye. Nasip artık sıra arkadaşlığımızın bittiği ama konuşacaklarımızın bitmediği bir zamanaymış meğersem.

Mekanı nasıl anlatsam bilemiyorum. Sanki en yakın benzetme akşam kıraathanesi olacak. (yanında normali var; çaylar ordan geliyor) Genelde erkek nüfusa sahip, sadece bir kere bira içen (sanki birahanedeymiş gibi) kadınları gördüğüm bir mekan. Duvarlar lambri; tuvaleti alaturka. Oto yıkama ile karşılaştırıldığında daha üst sınıf. Sigara içiliyor, televizyonlarda genelde maç türevleri gösteriliyor. Masalardaki muhabbet bir agoradakine benzer.

Mezeler mutfak önündeki dolaptan seçiliyor. Dolap üzerindeki aralıktan mutfak da gözüküyor. Meze çeşitleri arasında genel geçer mezeler de var, ama biz özellikle sevdiğimiz için şunlara kitlenmiş durumdayız: Beyin Salatası (benim favorim; menüde gördüğüm zaman illa ki ısmarlarım), Arnavut Ciğeri (Tuncay’ın favorisiymiş), Rus salatası (babamın favorisi), Çoban Salata (abimin favorisi), Acı ketçaplı patates kızartması (eşimin favorisi) (fabrikasyon değil, normal patatesin soyulup kesilmesi), Yarım kilo Kuzu Çevirme, Meyve tabağı. Bana bira, sıra arkadaşıma 20lik Yeni Rakı. Yan taraftaki kıraathaneden çaylar. Bu menüye 105 TL, bir gidişimizde et kalmamıştı, 85 TL ödedik diye hatırlıyorum.

Aslına bakarsanız içimden bir ses burayı anlatma, paylaşma diyor. Agora’nın sizler tarafından keşfedilmemesini tercih edebilirim. Bozulmasın; beyazlaşmasın. Zaten herhalde o mahalle arasında olmaz …

Kuleli Meyhanesi- Ato’nun yeri

Şu rakı da olmasa balık yüzü görmeyeceğim ya, meret balıkla neyin iyi gidiyo :)) Kum kapının gürültüsü olmadan, sadece kendi gürültümüzün baskın geldiği, Sema’nın doğum gününü bir kaç duble ile cilaladığımız Kuleli Meyhanesi, Ato’nun yerini pek bir sevdim. Dediğim gibi bir meyhanede en rahatsız edici şey kulağının dibindeki o zurnacıdır ya, Samatya’da çağırmadın mı gelmiyorlarmış, huzur içinde alkolümüzü alıp iki kelam ettik. 20 kişilik masada servis aksamadan yedik içtik. Tekirin de palamudun da tavası makbulmüş bu aylar, rakının yanına onu da götürdük… Salaş ve huzurlu mekan arayanlara tavsiye olunur…

patisserie d’oret

Açılalı ne kadar oldu tam olarak hatırlayamasam da, pastane son keşiflerimden. Cihangir caddesinde tam köşede şirin, butik bir pastane… Kahvaltılık niyetine alınan börekler, poğaçalar şahane. Benim favorim dere otlu peynirli ve zeytinli poğaça.  Ölçüsü klasik pastane ve söz de “ev yapımı” poğaçalardan daha küçük ama çok daha lezzetli. Bir kere mideyi yakmayan ve şişirmeyen hamur adamı şaşırtıyor, insana gerçekten evde mi yapıldı sorusunu sorduruyor. Çok küçük bir mekan, belki saatlerce oturacağınız bir yer değil ama atıştırmalık bir zaman diliminiz varsa ve yolunuzun üstündeyse kesinlikle bir kaçamak yapmalı ve denemelisiniz. Yaza girdiğimiz şu günlerde serinleten limonatasını da denemenizi öneririm…

Kör Agop ve paralel evren

Müge’nin doğumgünü için yine denemediğimiz bir yeri deneyelim dedik ve Kumkapı’daki Kör Agop’a gitmeye karar verdik. Google search‘ümde burası hakkında -en azından şöyle bir turladığım ilk sayfada- kötü kelam edene rastlamamıştım. Biraz vapur, biraz tren derken Kumpkapı istasyonuna vardım. Irreversible filminin o meşhur sahnesini hatırlatan tekinsiz bir altgeçitten geçtim. Kendimi kendi ülkemde turist gibi hissettiren bir semte çıktım. 15 adım sonra hem bizim ekibe hem de meze tepsisine kavuştum.

Ama açıkçası daha fazlasını beklerdim. Bilindik mezelerin ötesine geçen bir meze olmadığı gibi, var olanlar da pek iz bırakmadı damağımda. Sanırım, dönüp dolaşıp gittiğim kürkçü dükkanlarım Set Balık ve Karaköy Lokantası ikilisi standartlarımı fena halde yükseltmiş. Bir yerin mezesi güzel denince, ya en sıradan mezeye bile hakkını verme meziyetini ya da akla gelmedik kombinasyonlar yaratıp da gülünç olmama maharetini bekliyorum.

Bir de sanki Kumkapı bir nevi paralel evren. Bir başkalarına görünen, başkaları yaşasın diye kurgulanan Kumkapı var, bir de sadece Kumkapılıların yaşadığı Kumkapı. Biz en nihayetinde bizim için ayrılan yer ve süreyi doldurup, kendi kendimizi eğlendirdiğimiz kadarıyla yetinerek evimize döndük. Ama eminim paralel evrendeki Kumkapı 9-8’le çılgın atıyordu. Da işte ona nasıl giricez, şifre nedir, katılım şartları neler, bilemiyoruz.

Beşiktaş kahvaltı mahallesi

Bir Pazar Eda’larla Pişi’de, bir Cumartesi de Selçuk’la Çakmak’ta kahvaltı ettim ve Beşiktaş’ta kahvaltıcı olayı nasıl coşmuş onu gördüm.

Bir kere Pando amca dükkanı yenilemiş. Camı, tezgahı yeni, duvarlar badanalı. Dışarıdan o kadarına dikkat ettim ama yine de bozuldum. Pando amcaya karşı öyle sevgi pıtırcığı hislerim olduğundan değil, zaman tüneline girmiş hissedebildiğim bir yer olmuş olduğundan. Var idiyse bir büyüsü, bence kalmamış.

Küçük kartalın biraz yukarısındaki Çakmak, hakikaten ve sadece kahvaltı salonuymuş bir kere. Mutfak tezgahının bir köşesi yumurtalar yığılı ve yemek için peynir, söğüş, kötü zeytin ve yumurtadan öte birşey yok. En güzeli. Efendi efendi kahvaltı edip iki kişi 20 liraya çıktık.

Bir de kahvaltıcılar sokağının başlarında bir tane daha Çakmak Kahvaltı Salonu var. İlişkililer, di mi? Onun karşısında var kahvaltıcı, yanında var, sokağın sol yaptığı köşede iki cafe var, sola döndükten sonra sağda Pişi var, Çelebioğlu sokak bitip de Şair Veysi’ye vardığınız karşınızda bir vegan kafe var (kapalıydı), onun sol yanında Çakmak Cafe ve üç kahvaltıcı daha var. Soldan devam eder, bu sefer sağa kıvrılan yolu takip ederseniz solda birinin adı Reçel Türevleri olan iki-üç cafe/kahvaltıcı daha var. Var da var. Coşmuş meğer mahalle. O kadar talep var mı, öğrenci mahallesine doğru konsept mi olmuş yoksa Türk işi şişme mi bilemiyorum. Havalar güzelleşince, insan sokak arasında Pazar sabahı geçirmek istemez ki.

Neyse, Pişi’nin olayı da adı üstünde, içi bişili kızarmış hamur. Gerçi ben pişi lafını ilk defa bu vesileyle duydum. Kahvaltı da var, gayrı kahvaltı zamanlar için hamburger falan da var. Sokağa girince havası “hangi şehre düştük birden” hissi verse de kopya olmayan bir yer. Sahipleri, çalışanları da muhabbete teşne (benimle değil tabii). Kafelerde takılmaya zamanım olsa burada da takılırdım hissi verdi.

Boğaz’da kahvaltı oxymoron haline geldiğine göre, Beşiktaş’ta kahvaltı oxymoron haline gelene kadar sömürelim bari durumu.

Ah ah, aslında kahvaltı deyince Backyard yazmak var ama tanıyorlar beni ve ben etik bir insanım.

Haritada işaretli olan ve ikinci fotografın konusu, Pişi.

Kahve Dünyası’nda badem ezmesi

Bir sonraki cümleyi okursa Eda kafamı kıracak ama bu riski alıyorum. Geçen Pazar genel kuruldan çıktıktan sonra Zeynep’le kahve içtim. Kabataş’taki Kahve Dünyasında. Dışarıda oturduk. Servis tabii ki yavaştı. İçtiğimiz birer kahvenin yanında birer çikolata kaplı lokum verdiler. Yemedik. Ben petite bourgeoise‘lık yapıp, peçeteye sarıp çantama attım. Eve gittim, kahve yaptım, Giray ve Mükremin’e kahvenin yanında peçetedekileri verdim. Bilgisayara yapışık çalışıyorlardı. Bir süre sonra ikisi de neredeyse aynı anda “daha var mı bundan?” diye sordu. Yoktu. Başka çikolata verip oyaladım.

İki gün sonra Cevahir’deki Kahve Dünyasının yanından geçerken, Giray “o geçen gün yediklerimizden alalım” dedi. Çikolata kutusu ve paketi yığınları arasında buldum bir paket, gösterdim. “Yoo, lokum değildi ki” dedi. Çikolata kaplı badem ezmesiymiş meğer. Aradık, bulduk iki ayrı boy kutu. “İyi de bunlar çok pahalıdır” dedim, daha büyük kutuyu tutarak. “35 lira falandır bu.” Tabii ki tam 35 lira çıktı. Sonuçta 11 liraya çikolata kaplı fıstıklı lokum aldık ama pek beğenemediler.

Hani sektörel dergilerde sektörle alakasız life-style yazıları olur. Romantize, klişe bir hikaye ile başlar, tarihçe verir, konunun ekonomisine dair bir özet verir, mesela kimyasından bahseder, edebi metinlerden seçmece referanslar verir. Kaktüslerle, fincanlarla, adalarla ilgili mesela. Ana fikri yoktur yazının, birşey de öğrenmezsiniz. Kahve Dünyası’yla ilgili de nedense bu yazıyı böyle yazmak istiyorum.

İki üç ay önce Beşiktaş’taki şubesinde girdim, kasanın önünde hemen aradığım çikolatayı buldum ama kasiyer yok. Garsonlara sordum, suratsızca “gelir” dediler. Bekledim, gelmedi, her bir garsona gittikçe daha gıcık biçimde sordum, sonunda bağırıp çağırmaya başlayınca geldi. Onun da yüzünden düşen bin parça.

– Galiba yetişemiyorsunuz işlere.
– Evet.
– İsterseniz yönetime şikayet edeyim.
– Lütfen, Kabataş merkeze şikayet edeceksiniz.
– Tamam.

Parayı verip çikolatayı kasanın yanında unutup çıktım, eve gidip şikayet döşendim. N’oldu? Hiç. Hala gördüğüm her şubede çalışanlar overworked.

Kahve Dünyası yeniyken, sadece Kabataş’ta şube varken ne güzeldi. Tepsi tepsi çikolata dağıtırlardı, Türk Kahvesi menünün başındaydı ve ucuzdu. Mimar Sinan öğrencileri olurdu masa masa, inanmak istemezdim Mimar Sinan’lı olduklarına. Herşey bu kadar ürün ürün değildi, yiyecek pek birşey yoktu. Güzel kruasanları, börekitas’ları henüz yoktu.

Daha önce de sormuş olmam gerek, tekrar soruyorum: İstiklal Caddesi’nde neden Kahve Dünyası neden yok? Anlamıyorsunuz, olmaması beni çok rahatsız ediyor. Kapitalist zincirlerin, kentsel dönüşümünün, marka yaratmanın mantığını iyi kötü kavradığımı zannediyorum ya, Kahve Dünyası’nın İstiklal’de olmaması çomak sokuyor bu mantığa. Zizek yalayıp yutmak gerekmemeli, basit bir açıklaması olmalı. Kahve Dünyası ile ilgili basit bir ayrıntı değil de dünyanın hali ile ilgili bir ayrıntı. Ahmet Misbah’ın gıcık olup ruhsat vermemesi gibi sıkıcı bir ayrıntı değil de, falcının Tatlıcı’ya “Tat Towers’ın inşaatı bitince öleceksin” demesi gibi bir ayrıntı. Yukarıya İstanbul’daki şubelerin haritasını da koydum. Tekrar soruyorum: İstiklal Caddesi’nde neden Kahve Dünyası neden yok?

Bu arada çekirdek filtre kahveleri çok kötü. Cherry Beans’e gitmeye üşenip oradan alınca, attan inip eşeğe binmiş gibi oldum. Starbucks’tan alın daha iyi. Jacobs bile daha iyi.

Son bir iki yıldır böyle yanarlı dönerli görselleri, komik ürün adları falan var ya. Ki, beğeniyorum, böyle ifade ettiğime bakmayın. Başkaları da harcasa bunlara para. Bunları yapan tasarım şirketinde çalışan bir tiple tanışmıştım. Patronların en üzüldükleri şeyin, Kahve Dünyası’yla Ülker’in göbek bağı olduğuna dair genel bir algı olması olduğunu söyledi.

Budur. Toparlamayacağım.

www.kahvedunyasi.com

Mabeyin: Ne yediysem beğendim

Altunizade’nin ilerisinde, Kısıklı’ya doğru bir yerde Mabeyin. Yüksek tavanlı, güzel bir köşkte. Ağır bir dekorasyonu var ama köşkteki restorana da başka türlüsü yakışık almazmış gibi geldi doğrusu. Her şey özenli ve temiz, garsonlar arı gibi çalışkan. Oturur oturmaz domates sos, tereyağı, peynir ve tombik sıcak pideler geldi. Sonrasında gavurdağı, zeytinyağlı patlıcanlı pilav, çiğköfte ve fındık lahmacun söyledik. Hiçbirinde falso yoktu. Çiğköfte Develi’ninkiyle kapışır, hatta acısı daha az baskın olduğundan lezzet anlamında bir adım öne bile geçebilir. Zeytinyağlı patlıcanlı pilavın patlıcanları kızartılmış da eklenmiş pilava. Ege usulü patlıcanlı pilavın aksine, içine salça da koymuşlar. Her yemeğe ille de salça koyma merakı bana ters. Ama bu cidden harika olmuş. Gavurdağının da ekşisi tatlısı tam kararında. Sadece fındık lahmacun benim için biraz fazla buram buram kuzu eti kokuyordu, ki onun da lezzetinde hiçbir sorun yoktu.

Bu açılışla aslında kısmen doymuştuk. Ama elbette kebaplardan tatmadan masadan kalkmaz olmazdı. Fıstıklı kebap ve kuzu şiş söyledik. Kuzu şiş güzeldi ama favorim hala Güler Ocakbaşı’nınki. Fıstıklı kebap ise hayatımda yediğim en güzel kebaplardan biriydi. Çok doyduğum ve tatlıya da bir nebze olsun yer bırakmak istediğim için bitiremedim diye ertesi gün hala pişmandım! Tatlı olarak dondurmalı baklava ve kaymaklı kabak tatlısında karar kıldık. Dondurma her gün Maraş’tan geliyormuş. Dışarda satılan Maraş dondurmasıyla alakası yok, çok daha şekersiz, adeta kaymaksı bir tadı var. Dondurma içimi bayar normalde, ama bunu top top yiyebilirim. Tam kıvamında pişirilmiş kabak tatlısı ise üstünde ceviz tozundan bir dağla geldi. Kaymağını ayrı bir tabakta getirdiler. İki parça kabağın sadece birini yiyebildim ama kaymağın tamamını götürdüm. Malum, içimdeki kaymak aşkı bambaşka. Sedat’ın baklavalarından da tattım, bir kere fıstıklarının koyu yeşili insanın dikkatini çekiyor. Şekeri tam kararında. Gerçi bu noktada artık mide fesadının eşiğindeydim, çok fazla yiyemedim.

Mabeyin’in en büyük artıları Ella&Louis’den jazz standartları çalabilen bir kebapçı olması, hızlı servis ve lezzetli yiyeceklerin yanı sıra gerçekten tatmin edici boyutlardaki porsiyonları. Ben bu konuyu önemsiyorum. Zira hayvan gibi hesap ödenilen çok az yer, hem lezzet hem de porsiyon bakımından bu derece tutarlılık gösteriyor.

Daha önceden Eren teftiş etmiş, birtakım eksikliklere dikkat çekmiş, ama benden 5 pekiyi valla.

Bir şişe Chardonnay ile birlikte hesap yaklaşık 160 TL.

http://www.mabeyin.com/

Astek’te sarma

Boylam hesabı John Harrison’un saati ile çözülene dek, imkansız birşeye kalkışmak manasında “boylamı keşfetmek” diye bir tabir varmış. İstanbul’da gidilebilir meyhane bulmak da öyle birşey artık. Kriterler belli–ki hepimiz için aşağı yukarı aynı: Makul fiyatta olacak, servisi iyi olacak, buz geldi, ekmek gitti kavgasına gerek olmayacak, mezeleri, orijinalden geçtik, lezzetli olacak, mümkünse Beyoğlu civarında olacak veeee Cuma veya Cumartesi akşamı yer bulunacak. Bazılarınız meyhanecinin karakteri ile ilgili kriter ekleyebilir tabii ama ben o kadar ataerkil değilim. Benim repertuarımda Taksim Oto Yıkama vardı bir ara. Çok kısa süre Karaköy Lokantası tam isabetti. Ben öğreninceye kadar, Çukur “yer bulunacak” kriterinden kaybeder hale gelmişti bile. Tabii burada lafını etmediğim, üstü örtük bir kriter de var: Mesela kız kıza gidilebilecek, yiyecek gibi bakılmayacak. Ama pek yok böyle yer. Ebedi arayış içindeyiz.

Metroyla Taksim’e gider ve ne yesek diye tartışırken, ben Zeynep’i acaba Beyoğlu’ndan vazgeçirip Astek’e nasıl götürürüm diye düşündüğüm an o kendiliğinden “Rakı sofrası mı kursak?” deyince nasıl sevindim anlatamam! Gittiğimizde garsonlardan biri “Siz daha önce gelmiştiniz, değil mi?” diye sorup da ağır ablalığımı tescil edince daha da sevindim. Haluk beyden öğrenmiştim burayı ve gruba gönderdiği emailde Yesek’e değil de Türkiye’den ve Dünya’dan Lezzetler‘e link verdiğini görünce, istisnai bir şekilde kıskançlık etmiştim. Ardından çok değil, iki kere daha gittim. Yasemin’le Ali Hüseyin o arada müdavimi olmuşlar bile.

Atilla’nın da bahsettiği pilakiye kereviz yaprağı koymalarıdır ilk tav olma nedenim. Bir de tereyağda karides aklımda kalmıştı. Bu sefer lahana ve yaprak sarmaları müthişti. Paçanga böreği iyiydi. Rendelenmiş kabağı çiğ bıraktıkları cevizli bir mezeleri vardı, başka yerde yemediğim. Herşey muhabbete meze olabilecek kalitede.

Ve fakat elbette genel tavırdır esas sevme sebebim. Hala kendi mahallesinin lokantası; maç yayınladığı bir Cuma bile yer var; garsonlar sempatik, esprili ama saygılı. Karı kısmısı rakı içmeye başladı ya, kaldırabilecek bir yer burası. Üstelik, tamam, üç hatun bir 35liği zar zor bitirdik ama 40’ar lira verdik. Birilerini kandırdıkça götürürüm artık.

Ki Eda da gelince girdiğimiz muhabbetler bayağı bir (ataerkil) ahlaka mugayirdi.

Mangerie’de bonfile, dana pirzola ve kahve

Elif Yalın, bir ara -galiba NTV’de- mekanıyla (Mangerie) aynı isme sahip bir televizyon programı yapmıştı. Pek tutmadı diye tahmin ediyorum, bir süre sonra yayından kaldırdılar. O programda, size nasıl gözüktü bilemem ama en azından bana dünyanın en sempatik kadını gibi gelmemişti. Mesafeli, soğukcana, kibirli değil ama hafif uyuz görünümlü. Çok severim böyle insanları. Şaka değil, gerçekten çok severim, çünkü bu tarz insanlar işini genelde iyi yaparlar. Şimdi Yasin, genelliyorum diye yine bana laf edecek ama bence öyle. Ortaya koyduğu iş iyi olan insanların, kendilerini o işin alıcısına beğendirmek gibi dertleri olmadığını düşünürüm.

Mangerie de, Elif Yalın’ın ortaya çıkardığı iyi bir iş bence. Ortam gösterişsiz ama stil sahibi; servis başarılı; yemekler az, öz, yaratıcı ve gerçekten çok lezzetli. Fiyatlar yüksek onu söyleyeyim, şimdiden hazırlıklı olun. Ben şimdiye kadar, 3 ya da 4 kez gittim. Bir iki akşam yemeği, bir iki pazar akşamüstü kahvesine. O çok meşhur kahvaltısına, pazar günleri kalabalık mekanlar beni haddinden fazla yorduğundan dolayı gitmedim.

Akşam yemeğinde, bonfile ve dana pirzola yedim. Şahaneydi. Etle birlikte, yanında gelen kereviz ve patates püreleri de çok iyiydi. Dolu dolu yemeklerdi.

Sadece yemeği değil, kahveyi de burada iyi yapıyorlar. Pazar günü sokaktaki o kalabalık kaybolduktan sonra, akşamüstü saat 4 gibi gidip, kahve & kek keyfi yapılabilecek İstanbul’daki en güzel mekanlardan biri bence.

P.S: Web-sitelerinde yer alan havuçlu kek ve brownie tarifini denedim. Muhteşem oldular. Yıldızlı beş pekiyi.

P.S 2: Tatlıların tarifleri, “Basında Mangerie” başlığı altında, Elif Yalın’ın zamanında Bazaar’da yazmış olduğu yazılar arasında, şurada.