
Geçen sene Ceyda Bodrum semalarından bildirmişti ya, şimdi ben de bildireceğim. Pek Bodrum kültürüm olmadığından, cehaletimi örtbas etmek için yazıyorum. İnsanların eklediği yorumlarla bayağı işe yarar birşey haline geliyormuş. Yemek blogger‘ının Bodrum yatırımı bu kadar oluyor, Kulibayev’inki gibi değil.
Bitez Dondurmacısı: Kolayından başlayalım. O kadar insan bahsettiğine ve 8 şubesi falan olduğuna göre kesin pompalamadır diye bir önyargım vardı ama meşhur olduğunu bilmeden konyaklı çikolatalısını yiyince ben de mürit oldum. Ama o mu iyidir, Yelken Pizza’nınki mi kavgasına girmem.
Kahve Dünyası: İstanbul’daki şubelerinde sabahları kruvasan satıyorlar mı? Çok saçma ama iyi kruvasanı koskoca İstanbul’da bulama, sonra git Turgutreis’te zincir kahvecide bul. Her sabah kahve ve kruvasan için saat dokuz olsun da Kahve Dünyası açılsın diye sabırsızlanıyorduk.
Cıngıloğlu Süt Ürünleri: Son sabah burada kahvaltı etmeye heveslendik. On kadar şubesi olan peynircinin “Exclusive Mağaza ve Börek Evi” şubesiymişmiş. Ne otlu ev böreğinde ne de ıspanaklı gözlemesinde hayal ettiğimiz otantiklikteydi. Önceden yapılmış, ısıtılmış falandı. Etrafımızdaki obezite sınırındaki burjuva müşteriler gibi yumurtalara, peynirlere dalmalıydık belki de.
Sünger Pizza: İki kere yedik Turgutreis’teki Sünger Pizza’da. Bodrum’dakinin verdiği zevki vermedi. Pancar, köpeoğlu, çoban, ıspanaklı ziti, çökertme, az balık çorbası, patates kızartması, beyaz pizza gibi şeyler yedik. En çok aklımda kalan şey taze patates dedikleri “donmuşundan olmayan” patates kızartmasıydı ki onu da nostaljiden. Bir de çökertmenin adı güzel be. Patatesi rendelemeyip gerçekten kibrit patates yapsalardı, yakmasalardı eti de sarmısaklı yoğurdu da kıvamında olduğundan onu da överdim. Neyse, geçiniz yani bu şubesini.
Ana-Oğul: Aslında bu semalardan bildirmemin tek amacı Ana-Oğul’dan bahsetmek. Gerçekten bir ana ve bir oğul işletiyor burayı. 365 gün açıkmış. Sadece 3-5 çeşitten ibaret ev yemeği var. Babam müdavimi. BMW ciple gelen müdavim de gördüm. Kerevizli pırasa yapılırmış oralarda, yedik. Ispanak, kuzu kapama, etli sarma, harika. Ama ananın esas marifeti patlıcan. Yine biz mi düzgün patlıcan görmüyoruz İstanbul’da, ben seçmesini mi beceremiyorum çiğini, pişmişini, artık bilemiyorum ama tavuklu pabucakide bir fena oldum. Kızarınca patlıcanın tatlılığı çıkmış ortaya, tavuklu iç harcına mantar da koymuş, beşamelini ne tıkız ne ağır yapmış. Bir de ikinci gidişimizde henüz hepsini kızartmayı bitirmeden yediğimiz patlıcan, kabak ve biber kızartması vardı ki valla dönmüyordum az daha İstanbul’a.
Bir de gayrı-Turgutreis yerlerde vardı rakı-balık yaptığımız ama konu dışı buluyorum, yazmıyorum. Bodrum’daki birkaç günden yine anladım ki İstanbul’da bildiğin kötü yemek yediriyorlar insana. Ya da İstanbul insanın yemek yeme zevkini alıp götürüyor. Bodrum’da bir gün bile kendimiz yemek yapmadığımız halde, efor sarfetmediğimiz halde mevsimle ve mekanla ilişki kurabildik. Gayrı-Turgutreis yerlerde bey armudu aldım, lokmayla birlikte kızarmış şerbetlenmiş portakal yedim, mandalinalı votkalar içtim, çekiç zeytinin kırma zeytinden farkı olmadığını öğrendim.