Aç ve otelin önündeki taksici ile kavgalı bir şekilde oturup da çanak yağması olmadığını, ancak yeterince rezervasyon olunca yaptıklarını öğrenince daha da bir gerildik. Ama başka yere gitmek ayrı macera olacak diye kalmakla doğru bir karar vermişiz. Garson ya sadece kahvaltı ya da çanak yağmasında verdiklerini masaya sırayla getirmeyi önerdi. Çanak yağması Osmanlı’da kutlamalarda halka da ziyafet vermenin şimdi kulağa hiç hoş gelmeyen bir biçimi. Yemek dolu çanaklar yere dizilir, halk ve/ya yeniçeriler yağmalar. Asitane de Pazar kahvaltısına brunch demek yerine çanak yağması demiş. Normalde açık büfe nasıl oluyor bilemiyorum ama bizim kahvaltımızda çanaklar bizi yağmaladı desem yeridir.
Önce kıl olduğum bir tabirle “serpme” kahvaltı verdiler. Sade ve bol otlu bir sunumla düzgün peynirler, domates, hıyar, zeytin, ekmek tabağına sürekli ekmek, dipsiz çay ve kahve. Omlet teklif ettiler ve kabul ettik ama kuruydu. Ama bir börek geldi, kıymalı bir kol böreği ki off. Böyle çıtır börek yapılabiliyor muydu? Daha bunları yerken rahatladık ve keyfimiz yerine geldi. Doymuştuk aslında.
Ardından birer zeytinyağlı tabağı geldi: Çerkes tavuğu, nohut ezmesi, fasulye favası, vartabit yani tahinli çandır fasulyesi. En çok çerkes tavuğunu beğendik galiba. Tahin içinde yüzen sert çandır fasulyesi oldukça manasızdı bence. Nohut ezmesinin tarçınlı olmasını Selin sevmedi ama ben sevdim. Sabah sabah ağır geldi aslında bunlar.
Derken artık hiçbirşey yiyemeyeceğimizi düşünürken ballı gemici böreği geldi. Rulo halinde, su böreği gibi pişmiş, ardından kesilip yanları da fırınlanmış, peynirli, az bezelyeli ve bol yağlı bir börekti. Yanında verdikleri bal ağırlaştıracağına hafifletiyordu yerken. Yedik de hepsini. Uzun zamandır iyi börek yememişim.
Yetmedi, ana yemek olarak ne istediğimizi sordular. Zaten doymuş olmamız bir yana, bu olayın cüzdanları ne kadar yağlamayacağını da kara kara düşünmeye başladık, her adımda tahminimizi arttırıyorduk. Ama naz yapmadık. Giray’a mahmudiye, bana mutancana, Selçuk’a hatırlamıyorum adını, Selin’e yufkada beğendili kuzu incik. Ana yemekler biraz güme gitti tok olduğumuzdan. Mahmudiye ve mutancana alışık olmadığımızdan kayıs, üzüm ve ballarıyla fazla tatlı geldi. Kuzu incikti en iyisi.
Allahtan tatlılar tadımlık boydaydı. Helatiye yani gülsuyu içinde sakızlı muhallebi, levzine yani üstü altı fazla toz şekerli badem helvası ve erik şekerlemesi. Helatiye neden yapılmıyor günümüzde? Çok güzel bir tatlı. Üstündeki iç badem, iç fıstık ve çilek süsü ile bal gibi de mesela aşurenin yapıldığı ve yendiği sıklıkta yapılabilir, yenebilir. Bir Leb-i Derya’nın menüsünde vardır, bir de geçen gün bir catering menüsünde gördüm.
Kahvaltının sonunda, ruhumuz değil midelerimiz gergindi. Fazla yedik. Alışık değiliz tabii İstanbul’da sultanlar gibi ağırlanmaya. Daha uzun zamana yaymak, arada pazar gazetesi falan okumak gerek belki.
Ben şimdi harika birşey gibi anlatıyorum ama yine de ben bazı şeylere uyarayım: Bahçe hoş ama serindi bizim gittiğim gün. Kariye müzesinin yanında, turist rehberlerinin Where to Eat‘lerinde olduğu için haliyle turist dolu. Ama turistler bile efendiydi inanmazsınız.
Hesap korktuğumuz kadar kötü değildi, adam başı 50 liraymış çanak yağması. Hatta giderken elimize diş kirası olarak birer küçük kavanoz İzmir üzümü reçeli tutuşturdular. Pazar kahvaltısının mühim birşey olduğu bir şehirde, Osmanlı’nın tekrar makbul olduğu bir dönemde, yaz mevsiminde 16 milyon kişiden şu bahçeyi dolduracak bir 50-60 kişi olabilmeli diye hayal ediyor insan. Yazık. Osmanlı yemeği yapan yeni yeni başka bir yerler var ya, ondandır ya da tam da şu sıra 10 Haziran’a kadar insanlar Asitane haklarını akşamları Fatih Sultan Mehmet’in Matbah-ı Beray-i Has Yemekleri ile kullanıyorlardır deyip teselli bulayım bari.
www.asitanerestaurant.com