Gönül hoca dernek yemeği için Arı Kovanı restoranını ayarlayınca nasıl birşey çıkacağını kestirememiştim ama her halükarda tahminimden iyi çıktı. Arı Kovanı, İTÜ’nün Maçka kampüsünün içinde, sosyal tesislerin parçası. Genelde memur zihniyeti ile işler ya öyle yerler. Meğer burası öyle değilmiş. Bir kere mekan kesinlikle döküntü değil, hatta zarif. Gönül hocanın getirdiği sarı peçete ve sarı şakayıklarla masalarımız da renklendi. Madem piyano koymuşlar bir köşeye, anlaşmalı oldukları piyanist hanımın o akşam bizim için çalmasını istedik. Kokteylde verdikleri şeyler, klişe ötesiydi ama yine de zarifti: Somonlu rulo krep, kiraz domatesli, karnıbaharlı crudite (aksan eksik), sigara böreği ve mititey köfte. Meze tabağı da keza, klişe ama bol çeşitli, bayağı yenebilir ve doyurucuydu. Ana yemek olan boeuf stroganoff da şaşırtıcı derecede düzgün. Bir tek panna cotta, pek olmamış. Biramızı, rakımızı, Turasan marka şarabımızı esirgemediler. İşin esas ilginç yani bütün bunları adam başı 35 liraya yapmış olmaları. Şimdi yaz geliyor, davetler mavetler oluyor ya. Biraz ötede açık havada Maçka Havuzbaşı restoran da varmış. Aklınızda bulunsun. Ama size daha fazla fiyat vereceklerdir çünkü hem sezon açılıyor hem de bir 100 kişi olacağız demiştik ve olamadık.
Kahraman Balıkçıdan “kahraman” kalkan…
Adettendir Anadolu’dan kim İstanbul’a gelirse, soluğu bir balıkçıda alırız. Geçtiğimiz haftalardan bir pazar günü de Ankara’dan halam geldi nidalarıyla Rumeli Kavağında büyük kuzenim Ali abimin arkadaşı olduğunu anladığım “doktor” Kahraman abimizin yerine kalkan yiyelim düşleriyle attık kendimizi. Kahraman abimizin doktorluğu tıpla hiç alakalı olmayıp, tamamen müdavimlerinin taktığı aşçılığına ve balık seçimine yapılan bir övgü. Efenim masaya kuzenim harici hanımlar hakim olduğu için, meze seçimleri de bize kaldı. Enfes bir kaşarlı karides, kalamar tava, haydari, karalahanadan yapılma sarma, balıklı paçanga, balık böreği vs. gibi muhtelif ara sıcaklardan sonra gelen bütün kalkan ızgara midelere ziyafet çekti ne diyeyim. Olağanüstü hani ancak Rize köylerinde yiyebileceğiniz (tamam abarttım biraz) mısır ekmeğini de yazmadan geçemeyeceğim. Yemekle alınan haddinden fazla alkollü içecek (1 büyük Tekirdağ, sayamadığım biralar), bende gelen tatlıya kös kös bakma durumu yarattı. Ancak diğerlerinin yüzünde güller açtığından, tatlıda da bir sorun olmadığı anlaşıldı. Yerinde, zamanında ve güleryüzlü servise çok teşekkür ettik tabii. Kahraman abi ve ekibi gelenlere müşteriden ziyade, konukları gibi davrandıkları için oldukça kalabalık ve ünlü müşteri portföyüne sahip gözükmekteler. Tahmin edeceğiniz gibi hesabı kuzen ödedi. (Gözetleme esnasında yakaladığım bahşiş dahil) 6 kişi 400-YTL (Torpilli hesap olabilir).
Borsa’da süt dana
Juillard dörtlüsünün bir daha bis yapmayacaklarını anlayıp, hemen çıktık. O saatte oralarda, en hızlı yemek yiyebileceğimiz yer Borsa’ydı. Lokantanın dışında Artun Ünsal telefonda fransızcasını döktürüyordu. Gerildim onu görünce. Borsa, konser olduğu akşamlar hazırlıklı oluyormuş, geç kapıyormuş. Biz on buçuk gibi dört İngiliz adamın olduğu bir masayla Hintli ana-kızın olduğu masanın arasına oturduk. Ardından konser arasında da tatlı tatlı gülücükler dağıtan Erdal İnönü et al. geldi arkamızdaki masaya. Hiç yerinde durmuyormuş, şehir şehir geziyormuş, hiç bir daveti geri çeviremiyormuş. Bir ara Mehmet Altan’ın bir grupla beraber kalkıp gitmekte olduğunu gördüm. Buna rağmen, garsonumuzun dediğine göre müşterilerin % 80’i yabancıymış. Ya yabancı grup ya da aralarında yabancı olan Türkler. Daha çok iş yemeği. Oturaklı bir havası var nitekim Borsa’nın. Barın içkileri göstermelik değil eksiksiz mesela. Daha önce geldiğimde belki camekanlı terasında oturduğumdan, belki gündüz olduğundan o kadar farketmemiştim. Turistik olduğundan “mekan” takipçisi İstanbulluların zihin haritasından düşmesi, aleyhine değil lehine olmuş.
Menü de aslında yabancılara çalışıyor. Çok klasik yemekler var. Annemin Türk yemeği dendiğinde anladığı şekilde Osmanlı mutfağı değil, daha çok Anadolu yemekleri ve bol et ağırlıklı. Garsonun kandırmasıyla salata alıyoruz ama gavurdağını o kadar da acı yapacaklarını ne bilelim. Daha az domates, daha fazla nar ekşisi alırmış. Annem yanında bulgur pilavı ve közlenmiş kırmızı biberiyle kuzu şiş alıyor. Keşkeke boyun eğmemeyi beceren ben, orta pişmiş süt danası steak. Süt danası harika. Yumuşacık, çok lezzetli bir et ve tam ayarında pişirmişler. Yanında pazı kavurma. Şarap menüsünde ithal şarap hiç yok. Üstelik fiyatlar başka yerlere göre daha makul. Mesela bizim içtiğimiz Kavaklıdere Selection 55 lira. Bunu içince öküzgözü ve boğazkereden yapılan şarapları belki de iyi şarap olmadıklarından sevmediğimi anlıyorum. Yemeklerden en çok akılda kalan, portakallı ve dondurmalı ılık irmik helvası. Ilık irmik helvası yerken Hünkar’ı anmamak imkansız ama tane tane olmadığı halde portakalın çok yakıştığı bu helva da ayrı güzel.
Geceyarısını biraz geçe kalkıyoruz. Masaların çoğu hala dolu. Garsona “gidelim diye gözümüzün içine bakıyorsunuz, değil mi?” diye sorunca gülümsüyor. 140 lira.
Konak’tan elma şekeri
Doğumgünü hediyesi alma işini biraz geçiştirmek oldu, kabul ediyorum. Yine de Zeynep’e Konak’tan aldığım ve tezgahtarın çiçek sepeti gibi paketlediği yeşil elmadan (Granny Smith?) elma şekerleri pek bir makbule geçti. Özellikle yeşil olmalarına bayıldı nedense herkes. Tanesi 5 lira.
Kitchenette’te crumble
Ne güzel Zincirbozan’ı seyredip çok beğenmemiştik. Ne güzel ardından Kitchenette’e gidip yemek yemiştik. Annem patatesini yasak ettiğim Cafe de Paris soslu bonfile ben omlet yedim güzel güzel. Bonfile fena değildi hatta. Sezar salatanın sosu gerçekten ançuezliydi hatta. Herşey iyiydi. Derken bir de ağzımını tatlandırsın diye bol meyveli olacağını hayal ettiğimiz berry crumble’ı ısmarladık. Ismarlamaz olaydık. Hem çok az meyveli, hem de fazla şekerli hamuru yeterince pişmemişti. Ne beklediğimiz tatlıydı ne de takmayıp yine de yenebilecek bir tatlı. Eve dönünce kitapları falan indirmek zorunda kaldım. Cobbler‘ın da crumble‘a çok yakın olduğunu farkedip, farkların anlamaya çalıştım. The House Cafe’ninkinin daha iyi olduğunu düşünmek zorunda kaldım. Bitki çayının metal tabak ve meyve dilimleriyle sunumunun oranınkiyle tıpatıp aynı olduğuna yeterince takamadım. Londra’da şube açmak isteyenlerin gerçekten The Door Groups’çular olup olmadığını hatırlamak için internette araştırmak zorunda kaldım, bulamadım. Ismarlamasaydık, daha güzel bir akşam olacaktı. Crumble 9.5 lira
Zarifi’de yaprak ciğer
Evveliyatını unuttuğum takdirde, bu sefer aslında memnun kaldım Zarifi’den. Yine Çağan İstanbul’da, yine şerefine toplandık. Mekan dopdoluydu. Açılalı birkaç yıl olmasına rağmen, anlaşılan insanları memnun ediyorlar ki büyük gruplar halinde gelmeye devam ediyorlar. Hatta şu sıralar anladığım kadarıyla sosteyik meyhane kavramı, belki de Zarifi’nin de öncülüğünde iyice popülerleşti ve daha da sosyetikleşti. Zarifi de bundan yararlanmayı becermiş. Şehrin göbeğinde herkeslerle beraber eğlence hissini veriyor. Başta, yani ben 9 gibi vardığımda sakin sakin oturan müşteriler ve çalan müzikle nasıl olacak da masalara çıkılan, göbek atılan bir ortama dönecek diye şaştık kaldık Ufuk’la ama tam da o oldu.
Ama bizim konumuz yemek. Esasen bol meze var tabii. Nevizade’deki devvv ortak mutfaktan birazcık farklı bir iki şey var. Soğuklardan topik, ahtapot, kırmızı biber, lakerda ve deniz börülcesini hatırlıyorum. Ahtapot bonkör mesela, zeytin ve domatesin arasına gizlenmiş parçacıklar şeklinde değil. Emre aniden sızmasını aç karna devirdiği rakıya değil, ahtapottan çok yemesine bağladı, bilemiyorum. Sıcaklardan da parmak şeklinde ıspanak köftesi ve puf böreği hatırlıyorum. Yemeği organize eden ve Zarifi’dekilerle on beş kere konuşan Zeynep, bir noktada bizim için seçtiği menünün bu olmadığını farkediyor. Çünkü sıra hayalindeki yaprak ciğere gelmiyor. Bu noktada gözlerime girdiler çünkü hiç gıklarını çıkarmadan bol ciğer ve unuttuğum bir iki ara sıcak daha getirdiler. Ana yemek olarak kuzu incik, bonfile veya çipura seçenekleri var. Arpa şehriyeli kuzu incik, alkol ve gürültüde arada kaynadı. Yoksa yeterince dağılmıyordu, çok tadı yoktu, vır vır vır.
Paranın çoğu limitsiz olan alkole gidiyor tabii. Masada herkes istediğini içiyor ve garsonlar cimri davranmıyor. Ama anladığım kadarıyla anlaşma veya sponsorluk dolayısıyla Burgaz’dan başka rakı seçeneği yok. Giritli gibi isteyene istediği rakıdan vermeleri bu hacimde işten değil ama ne yazık ki artık bu tür şeyler bile incelikten, idealistlikten sayılıyor.
Evveliyatı basit. İki üç yıl önce geldiğimizde mezeler de yemekler de servis de sıradandı ve pahalıydı. Bu sefer Koray’a 105 lira verdik erken kaçarken ama en azından artık rekabet olduğundan biraz silkinmişler.
Musafir’de butter chicken
Giray bir iki ay önce Talimhane’de Musafir adlı Hint lokantasına gitmiş ve beğendiğin söylemişti. Yaz, dedim, yazmadı. Dubb’la ilgili yazım için yorum yazan biri de tahminen buranın butter chicken’ının dünya dışı olduğunu yazmıştı. Dolayısıyla, AKM konseri çıkışı ne annemi ne babamı ne kardeşimi Musafir’e ikna etmek zor olmadı. Önce eski sokağına sonra yeni taşındığı sokağa gittik. Bir masada iki İngiliz kız, bir masada bir Hintli ve iki Türk vardı.
Açtık, yanında nane masala sosuyla sebze samosa ve tavuk pakora iyi geldi. Samosanın hamuru, pakoranın nohut unuyla yapılması, Coca-Cola’nın yeni suyu Damla’nın birşeye benzeyip benzememesi gibi şeyler tartışırken oyalandık ama ana yemeklerin geciktiği hissine kapılmaktaydık. Geldiklerinde herşeyi unuttuk. Kuzu pirzola masala, sebzeli biryani, butter chicken yedik. Kuzu pirzola haff acılı, bol baharatlı ve lezzetli; biryani hafif baharatlı, safranlı ve doyurucu, butter chicken da bol kajulu sosuyla çok güzeldi. Hepsinin tadı vardı. Bazı yerler malzeme ne olursa olsun tadı olmayan yemekler yapar, birşey eksiktir ya hani. Burada tam tersi o “olmuş” dedirtecek şey vardı. Ana yemekleri yerken, yanımıza gelen restoran sahibiyle konuşunca nasıl olmuş da olmuş, fikir edindik. Meğer masalardan birinde oturan o Hintli, aslında yarı Hintli yarı Pakistanlı, Manchester doğumlu, 15 yıldır Türkiye’de yaşayan, restoranın sahibi İmran Rana imiş. Bize şakır şakır konuştuğu Türkçe’siyle Türkiye’ye gelişini, Yeditepe’de İngilizce ders verirken gastronomi bölümünde hint yemekleri ile ilgili de ders verdiğini, Hindistan’a ilk gidişini, restorana baharatları nasıl temin ettiğini, menüdeki yemekleri tutturana kadar ne uğraştıklarını, neden gulab jamun yapamadığını anlattı. İlginçti. Tatlı olarak yediğimiz havuç rendeli, iki çorba kaşığı miktarındaki gajar ka halwa (evet, helva) meğer çok çok havuç ve çok çok sütle çok saatte yapılırmış.
Gulab jamun lafını Selçuk açtı, olsa yerdim dedi. Bunun üzerine İmran bey hem tam yağlı condensed milk (konsantre süt??) olmadığından hem de orijinalinin inek değil manda sütü olmasından dolayı aynı tadı tutturamadıklarını anlattı. Ben de çok bilmiyordum bunun ne menem birşey olduğunu. Süt ve unla top yapılıp, kızartılan lokmamsı bir tatlı diye anladım. Sonra da gül suyu konuyormuş ama tatlı popülerleştikçe unutan bir adet sanki. Charles Perry akımındansanız da, gulab‘la gülsuyu arasındaki dilbilimsel ilişkiyi çözmekte zorlanmazsınız.
Kalkarken bir de fil biblosu hediye etti, üç vakte fotoğrafını koyacağım. (93 lira)
Garga’da yengeç mücver
Bazen yemek yediğim yerleri kendi beklentilerime göre mi değerlendireyim, yoksa İstanbul’da bulabildiğimin geneliyle mi karşılaştırayım şaşırıyorum. Ben ilginç, yeni, iyi birşeyler beklerken genelde asgari minimumları yerine getirmeleri ile tatmin olmak zorunda kalıyorum. Şimdi Garga yengeç keki yerine yengeç mücveri adını kullandığı ve menüsüne koyduğu için bir taraftan alkışlayasım geliyor, bir taraftan da önemsiz ve pahalı ve sadece iyi bir başlangıç gibi geliyor. Roka, ıspanak, portakal dilimleri ve cevizli tam kıvamında bir salata yaptıkları için bir taraftan “işte bu kadar basit” diyesim geliyor, bir taraftan da “geç bunları, daha ilginç, daha yaratıcı salatalar isteriz, en temel salatalar listelerindekini değil” diyesim geliyor. Şaşırıyorum yani nasıl değerlendireceğimi.
Yemekler bir yana, en üst katta bayağı esen balkona tek başıma oturunca, garson Yavuz beni eğlendirmek zorunda hissetti. Haftasonlarında günde 500 kişiye yetişmeye çalıştıkları, müşterilerin bazen çok zor olabildiğini falan anlattı. Bir iki masaya turist gelince kaçtım. Yoksa her katta iki kişi ile hafta içinde güzelmiş. Bir dahaki sefere yanıma meraklı birini alıp mutfak katında oturacağım. Mücver 16 lira.
Mozzarella’da regina
Hay Allah. Ben Mozzarella ile ilgili iki yorumu sildikten sonra, yazan kişi yani Emel yazdıklarının reklam olmadığını söyledi. Tam, ‘ne yapsam’ diye düşünüyordum ki Suna’nın yorumu geldi, reklam olduklarını savundu. Sonuçta herşeyi şu anda olduğu gibi bırakacağım. Yorumlar reklam değilse de, blog’un reklamsız olduğundan emin olmak için bazen yorumlar kim vurduya gidecek anlaşılan.
İşin komiği, yorumlardan sonraki gün gittik Mozzarella’ya. Gidelim, görelim neymiş, dedik. Bir yer seçme işinden de kurtulmuş olduk. Amacı bu idiyse, reklam başarılı oldu sayılır. Gittik, gördük ve doğrusu çok da bayılamadık. Emel hanıma İstanbul’da başka yerlerin pizzalarını denemesini tavsiye ediyorum.
Mekanda pek bir numara yok. Kanyon’da yemekçilerin olduğu katta arka sırada ve dolayısıyla arka planda kalıyor ama o gün hava soğuk olduğundan, kapalı ve sıcak olması Mozzarella’nın avantajınaydı. Dekorasyon da menü de, evet, tipik. Kırmızı ve yeşil ışıklar ve zeytinyağı şişeleri Akdeniz havası veriyor ama Afrika temalı çerçeveci tabloları bozuyor. Menüde yenilik yok, olmazsa olmaz imla hataları da eksik değil. Selçuk’un porcini mantarlı tagliatellesi birazcık fazla kremalı ama lezzetli. Tulum peynirli cevizli salata yeşillik olduğu için iyi birşey. Seçtiğimiz Sangiovese, Yiğit’in dediği gibi kötü bir şarap belki ama yine de şişesi 40 liraya, iyi işte. Gelelim pizzalara. Neden buraya geldiğimizden bihaber olan doğumgünü prensesi Ece pizza prosciutto’nun tadına bakar bakmaz, “Ah nerede Miss Pizza?” dedi. Ben ise standart birşey olsun diye mantar ve dana jambonlu pizza regina’yı ısmarlarken, meğer Don Pietro’nun Roma’sını hayal ediyormuşum. Kötü denemez pizzalara ama vasatlar. Prosciutto’su sert mesela. Hamuru daha ince, daha gevrek olabilirmiş mesela. Pizzalar 18-22 arası falandı. Menüde 10 liranın altında yiyecek hiçbirşey yoktu. Pardon vardı, 9.5 liraya tatlı vardı. Ee, kirayı çıkarmak lazım.
Köfteci Pala’nın ayranı
Neredeyse tamı tamına bir yıldır önünden geçiyordum Levent sanayiideyken: Her seferinde bakıp, acaba diye düşünüp, sonra boşver diye sallıyordum. Cumartesi günü içeride hatun kişilerin de olduğunu görünce, yenabıl olabileceğini düşünüp Çarşamba günü şereflendirdim. Saat 4 olduğu için sadece 2 tane başka müşteri vardı ve gün sonu temizliği çoktan başlamıştı. Az çorba, 1 İnegöl köfte, piyaz ve su istedim önce. Yurdakul amca geldi aklıma piyazı ısmarlarken ama nerde o eski piyazlar…. Neyse, bir fikir değişikliği sonucunda çok mutlu oldum: su yerine ayran! Süzme mercimek çorbası gerçekten çok iyi, köftesi güzel, ayranı köpüklü ve cızzlık düzeyi tam kararında. Bir sene boyunca niye böyle enayilik etmişim ki? 13.50 tl