Bu gittiğimizde Udonya’da sürreel bir durum vardı. Yemekler inanılmaz geç geliyor, örneğin yemekler bittikten sonra gyoza geliyor. Bir grup Japon erkek sırayla şarap, bira ve viski fondipliyorlar, sırayla dağılıyor sırayla birbirlerini tuvaletten topluyorlar. Sushi barının arkasındaki ekranda Miyazaki’nin çizgi filmlerinden biri oynuyor. Geç gelen Arzu’nun yemek isteyip o takvim günü içinde yemesi o kadar uzak bir olasılık ki, gidip köşedeki büfeden döner dürüm ve ayran alıp lokantanın ortasında yiyor ve kimse buna şaşırmıyor. Daha sonraki bir sefer gelen Güçlü ve Emel’e garsonun “valla, jöleli möleli bir tatlı yapıyorlar ama bilemeyeceğim” demesi daha az sürreel değil tabii. Bütün bunları bir kenara koyabilirseniz yemekler güzel. Özellikle curry udon. Wagamama nire, bu nire?
Çavuş’ta ciğer dürüm
Önce bir işten çıkmak bilmeyip, işi muhabbete döndürüp kaynattıktan, ofiste içtikten sonra sabahın üçünü bulunca, ver elini Çavuş. Sera’nın övüp durduğu Kurtuluş’taki dürümcü. İkinci gün de Beyoğlu’nda içip muhabbet ettikten sonra, Barış bizi evlere dağıtırken “Yahu bu saatte eve mi gidilir?” deyip yine ver elini Çavuş. Bana da göz ucuyla bakıyorlar kandırır mıyız diye. Teşneydim. İlk günkü bol soğanlı şiş dürüm ayrı, ikinci günkü ciğer dürüm ayrı iyiydi. İkinci gün Erim şık bir hareketle ortaya salata istedi. Ben iyi salata karşısında eriyiveriyorum ya. Dürümün lavaşları da güzel. Ayık da gidilir, sarhoş da gidilir, gündüz de gidilir, gece de gidilir. Şu anda da fena canım çekti. Belki sesimi bir duyan olur… Dürüm galiba 3 lira. Üstteki resmi Sera çekti.
Aşkana’da yarım mantı
Cumartesi akşamı Selçuk beni işten kaçırdı ama kendisini düşünüyorsa namertti, beni Aşkana’ya götürdü. Haliyle hem mantı hem çiğ börek yedik. Ama ben pek efendi davranıp yarım porsiyon mantı ve salata yedim. İstanbul’da ev dışında yenebilecek en iyi mantı bence Aşkana’da. Bir de karşıda Çiftehavuzlar’da Çesta fena değil. Bunlardan gayrı güzel mantı yemedim. Mantı deyince Tatar usulu bol etli, fırınlanmamışını anlıyorum. Çoğu bit kadar kıyma koymasından kaybediyor. Kadıköy’de bir de Sayla Mantı varmış, onu da deneyeceğim bir ara. Bu arada, Aşkana’nın inatla büyümemesi, franchise‘laşmaması, bin yıldır büyüttüğü bakımlı saksılarıyla ev halini devam ettirmesi de mantısı kadar değerli benim için.
Mantı 8 lira, çiğ börek 6 lira.
Buradayım, merak etmeyin
Müdavimlerimin (4, yazı ile dört kişi) farketmiş olabileceği gibi, neredeyse bir aydır hiç hareket yok yesek’te. Ama kaybolmadım, bırakmadım, sizi unutmadım, merak etmeyin. Üç sebebi var sessizliğin. Öncelikle, bir yıl doldu ve ikinci yaşına daha şık, listeli misteli halini devreye sokmak istiyordum, yetiştiremediğime bozuldum. Ayrıca 250 (yazı ile iki yüz elli) yazı (entry/post) oldu ve bir nefes alasım geldi. Gereksiz yere her yeri yazma sorumluluğu hissediyorum ya, ondan kaçmak istedim. Her yediğim yeri yazınca ben de sıkılıyorum. Sonuçta Eren kiminle nerede gezmiş, onun çetelesine döndü gibi geldi. Neyse ki Selçuk’un yazdıkları bir değişiklik oluyor. Bu yıl biraz daha onu bunu fiştekleyip, başkalarından da isteyeceğim yazmalarını. Son sebebi de, işte yoğun olmam. Şimdi biraz rahatladı iş. Bu yazı ile birlikte son bir ayda gittiğim yerlerden de üç-beşini yazdım, yayınlıyorum.
Daha önceki yazılarda, yazılar bahsettiğim yerle ve yemekle ilgili olsun, fazla gevezelik etmeyeyim diye, blog’un gidişatı hakkında pek yazmıyordum. Şimdi gidişatla ilgili gevezeliklerimi bu şekilde arada yazacağım müsaadenizle. Kısa tutacağım, söz.
Küçük Ev’den kuru fasulye-pilav
Ofise artık pazar günü de farklı birşey ısmarlayalım deyik yemeksepeti.com‘a, topladığımız menülere daldık ve ev yemeği yapan, açık olan bir tek Levent’teki Küçük Ev’i bulduk. Işık hızıyla geldi yemek, on dakikada. Yine iyiydi kuru fasulye de, pilav da, etli yaprak sarma da. Toplantı masasında sofra kurduk, tabak pislettik ama değdi valla değişikliğe. Yarın yine Manolya-Durak Büfe ikilemine devam!
Dolmabahçe’de çay ve dürüm
Dolmabahçe sarayının yanında bir çaycı vardır hani. Hep kalabalık olur hani. Akşam işten çıktık, tam metroya yürüyoruz, Sera “Dolmabahçe’ye gitmek istiyordum ben aslında” dedi. “Yürü gidelim” dememe şaşırdı. Sarayın kendisinde başbakanın da katıldığı bir davet olduğundan çaycı koruma ve şoför kaynıyor. Tam denizin kenarında da yer bulduk. Manzaraya karşı keyfimize diyecek yok. Bana çay ve urfa dürüm, Sera’ya buzlu çay ve amerikanlı sosisli. Sonra bir dürüm, bir sosisli daha. Akşam yemeği işini böylece halledivermiş olduk. Çayı fincanda veriyorlar ama. O ısmarladı sağolsun. Üşüdük kaçtık.
Manolya’da kremalı mantarlı fettucine
Artık Manolya’yı yazmamak ayıp olur. Haziran’dan beri haftada en az üç kere orada yiyorum çünkü ofisin hemen yanında ve ofistekiler orayı bellemiş ben gelmeden. Yakın, hızlı, makul fiyatlar var, telefon edince de yemekler hemen geliyor, servisi düzgün. Manolya aslında çoğu şubesi karşıda olan bir pastane zinciri ve kocaman bir imalathaneleri varmış. Ben önce bu Gayrettepe’dekinin cazibesine uzun süre direndim, neden başka yerde yemiyoruz diye düşünüyordum ama sonradan anladım. Sabah sabah tostu bile yanında yeşilliklerle süsleyip getiriyorlar mesela. Müdavim olunca, nispeten kısıtlı olan menüsünü de istediğimiz kadar esnetebiliyoruz. Tavuk ızgara göğüsten değil buttan olsun, ton balıklı salatasında yeşillik olarak sadece roka olsun, güveçte tavuklu krep krepsiz olsun gibi her türlü şımarıklığı yapabiliyoruz. Ahım şahım değil yemekler, gurmelere tavsiye etmem ama düzgün. Pastane olarak nasıl olduğunu enine boyuna araştırmamakta, girip çıkarken pasta vitrinlerine bakmamakta çok direndiğim halde uyduruk mahalle pastanesi olmadığını da ürünlerin çok da güzel olduğunu bilecek kadar denedim ne yazık ki. Ama müdavimler bakımından tam mahalle pastanesi gibi. Dışarıdaki masalar günün her saatinde farklı gruplarla dolu. Kahvaltı müdavimleri var, öğlen çalışanlar geliyor, onlar çekilince öğleden sonra yaşlılar pastalarını yiyip piyasa yapıyor, akşam müdavimleri de var.
Uzun lafın kısası gidersem ne yemeliyim diyeceksiniz haklı olarak. Izgara tavuk but, ıspanaklı tortellini (10 ytl), kremalı mantarlı fettucini, karışık sandviç dedikleri açık, salamlı, üstü erimiş kaşarlı sandviç, severseniz beyaz peynirli domatesli kepekli tost (2.5 ytl) benim beğendiklerim.
Kanatçı Haydar’da 7 porsiyon
Selçuk’la Giray beni ofisten aldılar, akşam trafiğinde bir saatten fazla yol gittik, bilmediğim mahallelere girdik ve Kanatçı Haydar’a varıp teras katına çıktık. İkiye bölünmüş terasın aile salonu tarafına oturduk. Aileler, arkadaş grupları, double-date‘lerle dopdoluydu. Sokaklar nispeten boş olduğu için beklemiyordum böyle olmasını. Masalar alçak, tabureler de. Haliyle tavuk kanat istedik, acılısından ve acısızından. Bir de kaburga. Ama toplam 5 porsiyon. Birer bira (rakı da var). Önce çobanla ezme arası güzel bir salata ve cacık getirdiler, sonra da üstlerinde enine kesilip kızartılmış yarımşar ekmekle etleri. Güzeldi, dedikleri kadar varmış. Bizimkilere yetmedi, iki porsiyon kanat daha, bir salata daha istedik. Yetmedi künefe istedik, Türk kahvesi içtik. Ben ilk defa geldiğim halde 6 aylık Kanatçı Haydar istihkakımı doldurdum. Diğerleri iki aya kalmadan kaşınmaya başlarlar. 100 lira.
Otağtepe’de kahvaltı
Üç hafta önce Güzelcehisar’a gelince yazmamıştım orayı şimdi hem burayı hem orayı yazmak farz oldu bence. Bu sefer pazar kahvaltısı konusunda ültimatom yaptım, Otağtepe’ye Otağtepe Cafe’ye gittik. Boğaz manzarası var, etraf yeşil ve sakin, dışarıda trafik gürültüsü duymadan oturulabiliyor. Dekor biraz mujik. Çok kalabalık da değildi. Kahvaltı açık büfe ama bir özelliği yoktu bence. Şehrin göbeği olmaması harika ama oraya kadar yol tepmişken hemen altındaki Güzelcehisar’a inip orada kahvaltı etmeyi tercih ederim.
Adam başı 20 lira.