Kantin’de tarhunlu tavuk

Kantin’e tek başına gitmenin güzelliği başkalarını izlemekmiş meğer. Önce insan tahtaya bakınca ağzının suyu akıyor zaten. Sonra Şemsa Hanım geliyor yemekleri anlatıyor. Kimse onun gibi yapamıyor ama tarhunlu tavuğu aşağı yukarı şöyle anlatıyor: “Derisiz kemiksiz tavuk budundan yapıyoruz. Taze tarhun otuyla. Kremayla pişiyor, ama kesinlikle ağır değil. Yanında erişte ile servis ediyoruz.” Ben onu seçtim. Menüdeki asma yaprağında sardalyadan bahsediyor karşı masadaki beş kadın. Biri asma yaprağının nereden alındığını bilmiyor. Derken yan masaya iki adam geliyor. Şemsa Hanım bu sefer onlara anlatıyor yemekleri. Bana ‘siz nasılsa biliyorsunuz’ diye anlatmadığı yemekleri onlara anlattıkça yine ağzımın suyu akıyor. Onlara yaz türlüsü ve denizci pilavı geliyor. Yerken tatlı seçme derdindeler. Adamlardan biri diğerine, kebapçıya getirmemiş olduğunu gerekçelendirmesi gerekmiş gibi “burada hergün uydurmasyon” diyor. Hem doğru hem değil dediği ama zaten Kantin’i övmek derdinde. Derken yeni birileri geliyor, tarhun nedir diye soruyor. Bu adamların diğer yanına bir adam oturuyor, oturduğu gibi somonlu çıtır ısmarlıyor. Bizimkiler hemen tahtaya dönüyor: Birşey mi kaçırdık? Herkes çok zor karar veriyor ve sürekli diğerlerinin farklı kararlarına gıpta ediyor. Burası kesinlikle yemek odaklı. Bu arada tarhunlu tavuk, bizde pişen sütlü tavuğun daha hafif, hoş versiyonu gibi. Limon dilimleriyle, soğanla pişmiş. Yanına domates salatası iyi gitti. Su, espresso. 25,5 lira.

www.kantin.biz

Gelik’te mantarlı tavuk şiş

Selçuk döndü, hemen öğle yemeğini dışarıda yeme görevimize geri döndük. Levent’teki Çörte’nin ismini Gelik diye değiştirmeye karar vermişlerdi bir süre önce. İyi, Gelik’e gittik. 11:30’da erken gelen sinir müşteriler olduk. Kuyu kebabı, mantarlı tavuk şiş, söğüş domates hıyar (menüde de böyle yazıyordu), cacık. Cacığa su kattık, ekmekle gelen zeytinyağını kattık da bizim anladığımız kıvama geldi. Tavuk şiş yine pamuk gibiydi. Bahçe de çok güzel, Tanıdığım tanımadığım bin türlü çiçekle dolu. Kusuru yok ama nedense sevemiyorum ben burayı, bir türlü kanım ısınmıyor. (45 lira)

Saray’da kekikli domates

Sizin için İstiklal’deki yeni Saray’ı teftiş ettim. Eskisinden veya hatta diğerlerinden pek farklı değil. Tipik bir Saray deneyimi. Duvarlarda masaların hizasındaki plastik çiçekleri biraz antipatik buldum. Bir de pide arası döner yiyenleri. Kardeşim, elinle hart hurt yiyeceğine medeni bir şekilde yenen birşey istesene. Bu son cümleme laf etmek isteyene, dediğimi ağır felsefe ile savunan Leon Kass’ın The Hungry Soul: Eating and the Perfecting of Our Nature adlı kitabını öneririm. Ben kibar kibar, çatalla bıçakla, sızma zeytinyağında kekikli domates ve tavuk şiş yedim. Zeytinyağı sızma olunca iyice kibar oldu! (11.8 lira)

www.saraymuhallebicisi.com

Barba Yani’de pancar mezesi

Barba YaniTuba ve Erkan’ın doğumgünü için gittik Barba Yani’ye. Üşenmedik, bindik vapurlara, Burgazada’da buluştuk çünkü Taksim’den uzak olma fikri çok çekiciydi. Ben de geldikten sonra kalanların geç geleceğinin anlaşılması üzerine açtırdık rakıyı. Burgaz içtik ama hayır adasında, hahaha, olduğumuz için değil, Uygur beğendiğini söylediği için. Mezeler dizdiler: Deniz börülcesi, ada börülcesi/kayakoruğu/deniz fasulyesi, kimyonlu pancar yaprağı mezesi, patlıcan salatası, fava, tarama, zeytinyağlı bamya, ahtapot. Pancar yaprağı mezesi benim en çok hoşuma gidendi. En çok tükettiğimiz ise ada börülcesi/kayakoruğu/deniz fasulyesi. Sonraki vapurlarla diğerleri de geldi. Bir peynir, kavun arası aldık. Muhabbet ortak tanıdıklar, dedikodular, fotoğraf çekimleri ve iki güzek bebek mıncıklamayla devam ederken kalamar, paçanga böreği, istavrit. Bir arada Seha, içerideki masalardan birinde oturan 80’lik Vasili amcayı gösterdi. Çapkınlığıyla meşhurmuş. Binde bir de keyfi yerindeyse çıkıp şarkı söylermiş. Benden beklememeyi öğrendiniz herhalde böyle canalıcı dedikoduları ama iletmekten çekinmem.

Sonra Seha’yla vapura binmek üzere iskeleye gidip sahildeki restoranlara biraz mesafeden bakınca, masada otururken farketmediğimiz havasını farkettik. Güzel bir yaz akşamı, sakin bir ada, sıra sıra restoranlar, dondurmacılar, keyfi erinde insanlar. Tuba’nın prodüksiyonu sayesinde blog’a da malzeme olabilen fotoğraflardan da gördüğünüz kırmızı tema, Barba Yani’nin tek özelliği değil. Yani’nin tahminen çok yakını olan ve işletmeyi devralmış hatun, bütün masalar önceden ayrıldığı için gelip yer sorup, olmamasına bozulan müşterilere öyle usturuplu açıklama yapıyor ki. İnceden bir mücadele var belli ki. “Her ne gerektiriyorsa o şan şöhret, boyun eğmeyeceğim” der gibi.
(Fiks menü 70 lira)

Barba Yani

Pafuli’de Boğaz lüferi

Önce bir kıl oldum Pafuli’ye, kazıkladılar gibi geldi diye ama şimdi yazmayı bu kadar sallayınca o hissiyat hem geçti hem de yersiz olduğunu anladım. Failler nameçhul: Güçlü, Giray, Emel, ben. Açık kısmında oturduk. Emel gelene kadar kavun, peynir, patlıcan salatası ve küçük Tekirdağ ile takılmaya başladık. Organik kirazın faydalarını irdeledik. O gelince de Giray’ı ülke gündemi konusunda aydınlatmaya başladık. Çünkü ülkeye döndüğünde Hakan Şükür’ü tanımamasının kabul edilemez olduğunu anlayıp biraz kültürlenmişti (!) ama baktık şimdi de benzer durumda. Bu sırada mıhlama, dible, karalahana dolması, fasulye turşusu kavurma yemekteydik. Sanki kalamar tava da yedik. Bu arada komşu işletme New Yorker, bir samba, salça, kalça müziğe başladı ve sesi sürekli arttırdı, keyfimizi kaçırdı. Hadi bizi anladım da, Les Ottomans otelinde dolarları biner biner yerken (ön yargıya bak, önyargıya) kim ister bu müziği. Serviste de bir yavaşlık vardı. Neyse ki önce Boğaz lüferi ile unutur gibi olduk, sonra da meyvalarla. Doymuştuk ama lüfer hakikaten güzeldi. Yanar döner meyva tabağı demode artık, her çeşidi başka tabakta gelmeli: bize karpuz, kiraz, kayısı, can eriği, üstü pudra şekerli ahududu geldi. Bir küçük Tekirdağ’a rağmen adam başı 70 lira hesap gelmesine başta kıl oldum ama sonradan anladım ki bu yaz bir eli yüzü düzgün bir yerde balık yemenin rayici bu ve hatırladım ki Boğaz lüferi yedik. Bu gidişimizden, kesin bir yargıya varmadan bir yere iki kere gitmenin elzem olduğunu anladım.

Zoe’de çentik kebabı

Ali Cafe de Paris soslu biftek yedi, ben çökertmeden pek farkını görmediğim çentik kebabı. Cafe de Paris sosu hakikaten iyiydi, neredeyse Paris’te Relais de Venice / Entrecote‘taki sosa yaklaşmıştı. Ama et nasıl pişmiş olsun sormadılar. Martı galiba ıspanaklı olan bir ravioli yedi, birşey demedi. Salı gecesi, geçti, çok az insan vardı, serinceydi.

Levi’de armi

Önce Onur’u arayıp brief aldık: “Adı Levi. Yahudi yemekleri yapıyor. Hamdi’nin yanından pasaj gibi yerden girip birinci kata çıkın. Çok özellikli bir yer değil.” Sonra Güçlü’ye gidip pu-erh çayı ve muhabbet ikramını zevkle kabul ettik. Benimle konuşunca paparazziye yakalanmış gibi hissediyormuş ama yine de Levi’nin yerini bilmediğimi yazmama izin verdi galiba. Sonra bulduk Levi’yi, oradaki bir sahlepçiden gelen yoğun baharat kokuları arasında birinci kata çıktık. Sonra Selçuk salçalı köfte ve makarna ortaya bir salata, ben de bezelye yemeği ve armi yedim. Bir tür domates yahnisi olan armiyi (ya da armi de tomat) duymuştum, böylece deneme fırsatı da buldum. Duvarda hemen yanı başımızdaki gazete kupüründen uzun zaman açık bir yer olduğu, eskiden 150 kişiye hizmet verirken müşterilerin Nişantaşı civarına gitmesiyle bu sayının 40-50’ya kadar düştüğü, kaşer kuruluş sayıldığı gibi şeyler öğrendik. Şimdi internet gezintimden de Eminönü yürüyüş güzergahlarındaki Eminönü’nin Olmazsa Olmaz Lezzetleri listesinde adının geçtiğini, İstanbul’daki 3 kaşer kuruluştan biri olduğunu öğrendim. Levi’nin çok az müşterisi olması, o gün menüsünden sefarad yemeklerinden sadece bir çeşit olması ve Güçlü’nün bilmemesinin nedenleri, kültürel dönüşüm açısından tam “okumalık.” Onur da bu sebeple bu tür yerleri öneriyor ve bu sebeple her seferinde beni bir panik hali sarıyor, bu adam daha ilginç yerler biliyor diye. (27 lira)

Giritli’de istifno

Giray, biz sürtük fanilerle akşam yemek yiyebileceğini söyleyince planları değiştirdik, Giritli’de yer ayırdık. Birkaç hafta önce gittiğimiz Pazar gününe göre daha kalabalıktı ama yine sakin ve keyifliydi. Müşterilerin çoğu da gençti. Yine geldi 15 meze. Geçen seferkinden farklı olarak istifno, buğdaylı karalahana ve kuru börülce vardı. Bir daha bir daha tarama istedik. Ara sıcaklar da iyiydi yine. Balık olarak asmada sardalya, orfoz şiş ve tekir yedik. Biri Tekirdağ, biri yeşil Efe, biri beyaz şarap içti. Bu sefer yemekleri daha da bir dikkatle tadınca, bombay fasulyesinde kereviz yaprağı, kuru börülcede rezene gibi ince zevkli tatlar farkettik. Oğlanlar “zevkli” görüşüme katılmadılar tabii. (185 lira)

www.giritlirestoran.com

III. Mevkii’de salçalı köfte

III. Mevkii'nin asansörü

Aralarında anlaşmışlar, benim yokluğumdan faydalanıp Yiğit Selçuk’u III. Mevkii’ye götürecekmiş yerini öğrensin diye. Yok yaa. Hemen takıldım peşlerine. İlk girdiğimizde yer yoktu ve biz oturup sipariş verene kadar, yemeklerin bir kısmı bitti, ama ekleme de yaptılar dinamik menüye. Meksika usülü patates, cacık, salçalı köfte, ıspanak yemeği, zeytinyağlı patlıcan ve karışık sebze yemeği aldık. Yan masadakiler, asansör karambolünden faydalanıp son etli yaprak sarmayı (ç)aldı. Patates ve salçalı köfte harikaydı. Köfte halamın yaptığına benziyordu. İşin sırrı bir malzeme var ama, bakalım, öğreniriz. Patlıcan ve karışık sebze ile en kötü seçimi yine ben yaptım. III. Mevkii’nin esas oğlanı/kızı asansörün resmini çeken Yiğit’e teşekkürler. (20,5 lira)