Smyrna’da en sevdiğim yumurta

Günde en az dört öğün hedeflememin en sevindirici sonuçlarından biri, biriyle kahve içerken çekinmeden birşey yiyiverebilmem. Zeynep’le Smyrna’da kahve içerken menüde yazılışıyla scrambled eggs yedim. Yanında sosis ve kızarmış patates vardı. Sosiste çok iş yoktu, patatese de yüz vermedim. Ama yumurta tam da hayal ettiğim gibiydi. Bol sütlü, kuruyana kadar pişmemiş, çırpılmış yumurta. Çocukkenki tabirimizle “skramsız.” (Yumurta 8 lira)

Niye yine Smyrna? Çünkü Taksim-Beyoğlu değil. Çünkü Cihangir’de Leyla desen, Leyla işte. Cafe Susam’ı anlatması uzun. Yine yeniden açılmış Kahvedan’ı daha dün şereflendirdim. Başka yerler rahatsız ya da özenti. Dönüyorum dolaşıyorum Smyrna geliyor aklıma.

İstiridye’de dil şiş

Bu kadar sık dışarıda yememin sebebi benim o kadar meraklı olmam değil, başkaları baştan çıkarıyor hep! Annem “gel öğlen İstiridye’de kalkan yiyelim” deyince de itiraz edecek halim yoktu herhalde. Kalkanın hem boyu çok küçük hem de porsiyonu 25 lira olunca vazgeçtik. Birer az balık çorbası içtik önce. Ardından annem kılıç şiş, Şule ve ben birer dil şiş yedik. Ortaya da kocaman salata. Hepsi çok güzeldi. Daha önce dil şiş yediğimi hatırlamıyordum ama Adem Baba’da yemişim meğer. Boşuna tutunmuyor böyle yerler. O bankacıları, reklamcıları basık tavanlı asma kata, tıkış tıkış masalara getirmek kolay değil yoksa. (57 lira)

Fischer’de levrek buğulama

Selçuk otobüse binmeden, evde birşey yemek fikrini yine beğendiremeyince, Fischer’e gittik. Ergun amcaya yakalandık orada, masasına oturduk. O kahvesini bitirinceye kadar Selçuk bir az domates çorbası bir dana şnitzel yedi-ki tahmin edersiniz şnitzel için gelmişti-ben de levrek buğulama. Yine boş ve bence iç karartıcıydı. (35 lira)

Porte’de passion fruit dondurması

Salata gibi hafif birşey yemek istiyorduk, olsa olsa Porte’ninkilerden çok mutsuz olmayacaktık. Ben ızgara tavuklu roka salatası, Selçuk da ızgara biftekli sezar salatası yedi. Güzellerdi valla. sosları birazcık daha az olsaydı daha da iyi olacaktı. Kısa günün karı, passionfruit (çarkıfelek meyvası) dondurması yemek oldu. Yalnız tiramisu, tiramisu esprisine uymayacak şekilde ağır ve süslüydü. Beğeniyorum ben Porte’yi, memnun kalıyorum çünkü. Sular, kolalar, kahvelerle 48 lira.

Starboard’da italian crust

Yaptım bir hata. Havanın nihayet güzelleştiği bir pazar günü Ortaköy’e gitmek gafletinde bulundum. Yolda da acıktım. Meydanda her yer tıklım tıklım. Bir an kalabalıktan kaçıp The House Cafe’de oturma fikri bile cazip geldi. Tabii terası açılmış, beyaz Türk’lerin istilasına uğramış. Yine de hemen bir best kept secret buldum: Radisson otelinin önü! Sahile masalar koyup adına Starboard Cafe demişler. Uluslararası otel zincirine yakışır bir şekilde hem menü hem de dekor ne kokar ne bulaşır türden. Bu deyim buraya uymadı aslında, bir de Frenkçe deneyelim: incolore, inodore et sans saveur! Pizzanın hakkını veremeyeceklerini düşündüklerinden midir nedir crust adını verdikleri şeyin İtalyanı, fazlasıyla pizza gibiydi ama malzemesi çok iyi değildi ve kaparisi, siyah zeytini ile fazla tuzluydu. Bazen hep yanlış seçimi yapmak konusunda becerikli olduğumu düşünüyorum.

Sahilde oturup pahalı kahve içmek için iyi bir yer. Hava hala serin olduğundan herhalde, çok fazla keşfedilmemiş. Çırağan kadar iyi ve pahalı değil tabii. Bir de hemen yanında Feriye varken. Benim filtre kahvem 9 liraydı ama allahtan kahvedandan (başka adı var mı acaba bunun?) 3 fincan kahve çıktı. (25 lira)

Divan Pastanesi’nde nihayet rokokooo!

Bebek Balıkçısı’ndan sonra tatlıları Divan Pastanesi’nde yedik ve ben nihayet rokoko yedim. En son ne zaman yediğimi hatırlamıyorum. Son bir yıldır ne zaman evde yemekten sonra tatlı olmasa “rokoko mu var?” demeyi adet haline getirmiştim. Üstüne üstlük, doğumgünüm tam kuş gribi krizine denk gelince klasik doğum pastası yerine rokoko yiyebileceğimizi sanmıştım ama içinde yumurta varmış, yiyemedik. Bu yediğim iyiydi falan ama çok tatlı geldi. Bu arada Onur rokokoya neden rokoko dendiği sordu ve son yarım saattir internette aranıyorum ama bulamadım. Avrupa’ya dondurmanın gelmesiyle mimarideki rokoko dönemi çakışıyor, dönemsel bir alaka olduğunu tahmin ediyorum ama bizim bu tatlıya neden rokoko dediğimizi cevaplamaz tabii bu. Araştıracağım daha.

Bebek Balıkçısı’nda lüfer

Onur’u yemeğe götürmek için yer düşünürken Boğaz’da balık yemeyi kendimi de düşünerek önermediysem namerdim! Ama Boğaz’da balık için nereyi önerebileceğim konusunda hala takılıyorum. Neyse ki dayım yıllardır yerinde duran Bebek Balıkçısı’nı önermiş anneme. Oraya varınca da anladım ki ben aslında bayağı seviyorum old school restoranları, beyaz örtü, düzgün servis, balık çatal-bıçağı gibi ayrıntıları. Etrafta yaka silkeceğim insanların olmamasını (ya da çok az olmasını). Tabii yemekler de Boğaz’da balık ritüelini bozmadı: Beyaz peynir, kavun, barbunya pilaki, karides, midye dolma, ince kıyım salata, ara sıcak olarak gümüş tava ve hamsi ızgara, ardından da kılıç şiş ve lüfer. İçki olarak yeşil Efe. Güzel muhabbeti de garantiliyor. Hesabı sağolsun babam ödediği için ne tuttuğunu bilmiyorum.

Asitane’de ayva dolması

Babam Ankara’ya gidince annemi eğlendirmek için ya da diğer bir deyişle gitmesini fırsat bilip, onu Asitane’ye götürdük. Bizim kullanacağımız sapak kapalı olduğu için arabayla biraz dolanmak zorunda kaldık. Gecikmemiz hiç problem olmadı çünkü hafta içi akşam saat, bayağı boştu. Menüdeki yemeklerin çoğu çok yakından tanımadığımız Osmanlı yemeği olduğu için, seçim yapmak uzun sürdü. Bir de optimum sayıda yemek tadabilmek için “sen onu alacaksan ben de şunu alayım” pazarlıkları yaptık aramızda. Önce ekmekle azıcık fava ve yeşil zeytin ezmesi getrdiler. Ezmeyi çok beğendik. favayı da beğenmişiz. Başlangıç için badem çorbası, midyeli lahana sarma ve vişneli yaprak sarma aldık. Çorba güzeldi. Badem çorbasını ilk defa Malta Köşk’ünde yemiştim, Ergun amcayla gitmiştik. Oradakinden daha iyiydi. Herhalde çok farklı bir tadlar beklediğimizden, sarmalar çok sarmadı bizi (pardon). Vişneyi sarmanın içinde aradık. Ana yemekler çok daha güzeldi. Selçuk’un patlıcan kızartmalı bıldırcını mesela. Baharatı bol ama herşey tam kıvamında. Selçuk bile iltifatlar etti, düşünün artık. Annemin kuru meyve, arpacık soğanı ve ve sanırım balla pişmiş kuşbaşı et olan mutancenesi de güzeldi, eti yumuşacıktı. Buraya gelip de beğenmediklerini bana anlatan Fransız bir çiftin, su içinde haşlanmış et diye burun kıvırdıkları bu tür birşeydi herhalde. Benim ayva dolmam da onlarınki kadar güzeldi. Avya haşlanıyor, içine kıyma, soğan, kuş üzümü, dolmalık fıstık ve dereotu/maydanozlu harç ve pekmez sonradan konuyormuş. Fiyakalı da görünüyor. Hem dolma da mutancene de tatlı olduğundan hem de bayağı doyduğumuzdan tatlı listesine bakmakla yetindik.

Asitane’nin havasını da sevdim. Bizim dışımızdakiler turist olsa da, turistler burayı sevse de, beyaz örtülerle, uygun müzikle, duvarlardaki eski yazı ile yazılmış tariflerle hem çok klasik hem de özgün olmuş. Yazın bahçe de açılıyormuş. Pazar günleri de çanak yağması varmış.

www.asitanerestaurant.com

Erkal’ın yerinde çoban salata

Mine’nin aklında kalmış ve Taksim Oto Yıkama’nın üstüne nam-ı diğer Erkal’ın yerine tekrar gidelim diye ısrar etti. Perşembe akşamı diye anlaştık, gittik. Soslu patlıcanı son seferkinden biraz daha acıydı. Çoban salata domatesleri pembe pembe olmasına rağmen çok başarılıydı. Mısır ununda kızarttıkları hamsi ve istavritler daha az yanabilirdi tabii ama çıtır çıtırdı. Büyük Tekirdağ doğru seçimdi. Emel diyet kola istemeyi ihmal etmedi. Muhabbet yine gayet güzeldi. Didem şaşkınlık içinde dinledi. Ümit’in Londra maceraları ve müstakbel girişimleri komikti. (130 lira)

Cezayir’de “1” böreği

“İyi ki doğdun Güçlü!” Anneannem bu lafı hiç sevmezdi. Sanki doğumgünü çocuğundan bir çıkarı varmış gibi insanın. Ama Cezayir’de yerken aynen bu şekilde geçiyordu aklımdan “İyi ki doğdun” lafı. Neredeyse tüm masalar öyle ya, kocaman bir masada Güçlü ve şurekasına katıldık.

Menü sevdiğim gibi, bol yenilik içeriyor ama klasikler de var. İlk önce ne yiyeceğimi seçmekte çok zorlandım. Lakerda, humus, muhammara (iyi değilmişmiş), salata, falafel (iyiymişmiş) gibi birşey alsam ‘niye orijinal birşey almadım yahu’ diyecektim. Hamsi ceviche, “1” böreği, ördek mantı gibi orijinal birşey denesem, ‘niye maceraya giriştim de düzgün birşey yemedim’ diyecektim. Hamsi ve muhammara iyi değilmiş, iyi, eledim. Sonunda pastırmalı ve pestilli “1” böreği aldım. Upuzuuun, inceciiik sigara börekleri hayal edin, içi pastırmalı. Püre halindeki pestilden (galiba kayısıydı) minicik bir bardağa biraz koyup, kızarttıkları sigara böreklerini içine dikmişler. Masaya gelene kadar boyunları biraz eğilmiş böreklerin. Şeklinden dolayı “1” bunun adı herhalde. Pestil çok yakışmış. Emel’in cevizli kereviz salatasından sebeplendim. Taze, rengarenk malzemeler kullanmışlar. Bir de masanın diğer ucundan mıhlama gönderdiler çünkü beğenmemişler! Tuzsuzdu, mısır unu fazlaydı, ben de beğenmedim. Güçlü ise sosyal kelebekliğinden artakalan zamanda yemeye çalıştığı ekşili köftesinden pek memnundu.

Bu arada Doluca Kav Öküzgözü Boğazkere içiyoruz. Masada 10-12 kişi olduğundan sürekli yeni şişe geliyor. Şarap güzel ama ben galiba Öküzgözü’ne çok bayılmıyorum. Derken ana yemekler geldi. Bana somon teriyaki geldi. Yanında patates, pilav ve ıspanakla. Pardon, ıspanak ile. Patates ve yasemin pilavında çok bir numara yoktu ama Emel’in iddia ettiğine göre zencefilli olan ıspanak çok güzeldi. Yaprakları bütün bırakıp çok az öldürmüşler. Somon da gayet efendi, bol yağlı, güzel soslu, kocaman bir Norveç somonundan parça. Yanımda Emel’in bonfilesi pembe pembe, içi yumuşak. Pancarlı patates püresi de renginden dolayı hepimizin ilgisini çekti tabii. Karşımda Selçuk’un süt dana pirzolası, süt dana hakikaten ama “kanlı” denemez. Hmm, başka kiminkinden otlansam? Neyse ki masanın diğer tarafındakiler somonlu linguine haricinde bizim yediklerimizden almışlar. Sosyal kelebeğimiz de bir ara yanıma oturdu, paellasından aldım. Bulgurla yapmışlar paella’yı. Hem güzel fikir hem de zevkle yeniyor. Tabağı kabuklu midyeler jumbo karideslerle süslemişler. Bir de daha sonra gelen Esin ve İlknur’un aldıkları tadımlık tabağı vardı ama ona sulanmadım. “1” böreği, falafel, köfte ve birşey daha. Fiyakalı görünüyordu. Tabakların kuş kondurulmuş gibi fazla süslenmemiş ama özenilmiş ve bonkör olmasını takdir ettim.

Biz yemeklerimizi bitirirken ışıklar kısıldı, kalabalıklaştı, tanıdık insanlar gelmeye başladı, masadakiler yavaş yavaş ayaklandı. Güçlü’nün pastasının gelmesiyle mekanın bara dönmesi arasında zaman var idiyse de hızlı geçti. Yemeğe adam başı 90 lira verdik. Çoğunun şarap olduğu düşünülürse, ben fikir vermek için bir iki yemeğin fiyatını söyleyeyim. Muhammara, humus, falafel, börek gibi şeyler 7-8, ekşili köfte 8, cevizli kereviz salatası 12, ördek mantı 14, somon teriyaki 21, paella 24. Tabiri caizse makul. Tatlılar için bir daha gitmek gerek, tüh!

www.cezayir-istanbul.com