Markiz’de latte

Kara pek aldırış etmeyip Hüseyin Çağlayan’ın üç videosunu sabırla seyrettikten sonra, Emi, Zeynep ve ben, Zeynep’in önerisi üzerine Markiz’e oturduk. Çay, latte ve sıcak çikolata istedik. Onlar tezgahtaki tatlıların cazibesine kapılıp ekler ve beyaz çikolatalı pasta aldılar. Ben efendi efendi bir salata istedim. Zaten salata ve kiş dışında, tatlı olmayan, yemek türünde birşey yoktu. Salatanın on dakika sürebileceğini söyledi garson. Peki. Zeynep’le Emi karşılıklı güzel geyikler yapmaya başladı, ben de “hıhı”larıma. Ne yapayım, hem açım, hem de bakalım ne hızda gelecek salata diye kafamı taktım bir kere. Biraz da servisin yavaşlığına. Bizden başka sadece tek bir masa varken, içeceklerin hemen gelmesi gerekmez mi? Benim latte’min, onların içtikleriyle beraber gelmesi gerekmez mi? Ah, işte salatam, dışı streç filmle kaplı bir kase içinde pasaj tarafından bir yerden geldi. Buradaki mutfak çok mu süsleyecekler acaba? Ah, işte önüme de geldi nihayet. Bu muydu yanı şefin salatası, Markiz’e göre sunumu biraz zayıf değil mi? Artık oturmamızın sonuna doğru, sıcak çikolatadan içi bayılan Zeynep salatama ortak çıktığı noktada başka sipariş verip onu da paylaşmak yerine Şimdi’ye gidersek, herhangi bir yemeğe çok daha çabuk kavuşabileceğimizi düşündük ama Emi’nin gitmesi gerektiği için vazgeçip kalktık. (60 lira)

Koza’da fırın beyti

Halamlara ters bir saatte vardık. Dolayısıyla, bayram ziyaretini adabına uygun kısa tutup, onları da alıp yola düştük, öğle yemeği yiyebileceğimiz bir yer aramaya. Sahilde Bostancı’dan Maltepe’ye doğru biraz oo piti piti, biraz da Fazıl’ın önceden gözüne kestirmesine dayanarak, Koza adlı bir et lokantasına girdik. Otoparkı, çocuklara oyun odası olan müstakil bir bina. Bol ikram, ihtimamlı servis yapılan, uzun uzun oturulan ve benzerlerinden zor ayrılan kebapçılardan. Hemen “ne içersiniz, onu alır mısınız, bunu alır mısınız” demeye başladılar ki Fazıl, hop dedi, “menünüz yok mu?” Biz yedi kişiyiz koca lokantada toplam dört menü var! Biz onlara kıl olduk, onlar da hem içki içmiyor hem de fiyat görmek istiyoruz diye kıl oldular, bir gerildik.

Yemekler gelince ve hepsi güzel çıktıkça yumuşadık. Önce çoban, mevsim ve gavurdağı salataları. Ortaya pastırmalı humus, patlıcan salatası, ezme, pilaki, beyaz peynir ve soğan salatası. Soğan salatasını arpacık soğan, taze sarmısak, közlenmiş kırmızı biber, ceviz, nar ekşisi ve pul biber ile yapmışlar. Menüye farklı birşey koymaları güzel. Tadı da güzel. Allah bilir orijinali nasıldır. İsteyene haşlanmış içli köfte, fındık lahmacun. Artık bu noktada doymuştuk aslında ama kebapları istemiş bulunduk. Halam zaten çok az yedi, annem ise hepimizden otlandı. Selçuk kaburgayı ve özellikle yanındaki salçalı pidelerini beğenmiş. Babam ona seçtiğim mantarlı şişi beğendi. Fazıl küşlemesinin kuzu etinin ne kadar yumuşak olduğunu söyleyip durdu. Ben fırın beytinin bildiğimiz beyti olduğunu düşünemedim ve yağlı buldum ama lezzetliydi. Giray üstü fıstık içli bir urfa kebabına benzeyen Topkapı’yı beğendi mi bilmiyorum ama çok sanmıyorum çünkü sürekli takas yapmak derdindeydi.

Kahvelerimizi içip, 132 lira ödeyip, halamızı daha büyük maceralara, karşıya Zinnur ablaya bayram ziyaretine götürdük.

Tuşba’dan midye dolma

Aslında yazmayı düşünmüyordum ama Selçuk’un Tuşba’dan aldıkları arasından midye dolma o kadar güzeldi ki yazmamak haksızlık olur diye düşündüm. Sonuçta heyecanlandığım, sevdiğim, beğendiğim şeyleri yazabilmek için yazıyorum. Kapsamın sadece İstanbul’da dışarıda yediklerim olması beni de kısıtlıyor tabii. Sokaktaki hatta kokoreç/midye tavacılardaki midye dolmalar fazla cıvalı olma tehlikesi bir yana, o kadar karabiberli oluyorlar ki değmiyor. Halbuki bunlar kocaman, bol soğanlı, dolayısıyla hafif tatlı ama kararında karabiberliydi. Bunların dışında dolmalarının iyi olduğunu hatırladığım tek yer Rumelihisarı’ndaki İskele lokantası. Selçuk’un aldığı diğer şeyler, yani mortadella, haydari, palamut füme vesaire de bayağı iyiydi. Boşuna meşhur olmuyor bu tür yerler.

Umut Ocakbaşı

Barış, Hanzade, Selçuk, Giray, Zeynep, ben. Bir Pazar akşamı. Bir büyük. Kanat hariç her türlü kebaptan ikişer ikişer. Ciğer de yokmuş gerçi. Toplam 186 lira, yani adam başı yine 30.

Refik’te muska böreği

Pazar günü kaymayacakları için Cumartesi gezmesine izin çıktı, Arzu, Özlem, Emel ve ben Refik’e gittik. Neler yedik acaba? Fasulye turşusu isteyen Emel, o tabaktaki bir süs biberini ağzına atıp midesine kadar yanınca, çok kötü oldu. Öyle böyle değil. Kıpkırmızı kesilip nefes alamaz hale geldi. Kız tam pişmiş tavuk! Neyseki 15-20 dakika içinde toparladı. Lakerda vardı, onu da hatırladım. Ezmeyi Arzu beğenmedi, istemedik. Beyaz peynir ve kavun vardı. Muska böreği vardı, onu da hatırlıyorum çünkü geçen hafta herkesten geç geldiğimde kalan bir iki muska böreğine soğuk diye yüz vermemiştim. Bir de Emel de içmeyince bir küçük Efe’yi bitiremedik.

Babam geçen gün neden not almadığımı sordu. “Hatırlamıyorsam yazmaya değer de değildir” dedim. İki gün aklımda canlı canlı kalmayan bir detayı başkalarıyla niye paylaşayım ki? Bir hafta geç yazınca iyice azalıyor tabii detaylar. Biraz da Refik’i sevemediğimden silmişim herhalde. Başka yerden çok daha iyi değildi mezesi. Kalabalık ve sıkışıktı. Duvardaki gazete kupürlerinden anlaşılıyor, kendi kendini besleyen bir namı olduğu. Hiç de öyle salaş falan değil. Hatta Fransız bistrosunu hatırlatıyor neredeyse beyaz örtüleri, düzgünlüğü, prim and proper olmasıyla. Bu önyargımda duvarda gördüğüm bir yazının da payı var. Rakı ile ilgili bir tartışmada Refik beyefendi “rakı evde içilmez, karı dırdırı yüzünden” buyurmuş. Patriarkal düzenin faturasını tek adama çıkarmanın manası yok, biliyorum ama adı üstünde, önyargı.

Şimdi zam yapmış

Kahve içip geyik yapacak bir yer olarak Şimdi önerime Dano ‘Valla benim aklımdan da orası geçiyordu’ demesini başkası olsa yemezdim. Ama aklın yolu bir diye tuttuk oranın yolunu. Cuma akşamı olduğundan yer yoktu ve bara tünedik. Expat‘lerden para kazanma planları yaptık. Espressosu sadece 2 lira diye anlatıyordum ki, meğer zam yapmışlar, 3 lira olmuş. 4 lira olan küçük mercimek ve ıspanak çorbaları 5’er lira olmuş. Şikayetçi değilim. Buraya yazabilmek için de mercimek çorbası içtim (Yalan, akşam yemeğim o oldu). Bu arada, normal menüde kadehle verilen en az on çeşit şarap olduğunu, ayrıca zengin bir şarap menüleri olduğunu, bardaki viski ve diğer içki çeşitlerinin bolluğunu ilk defa farkettim. Eve dönmeden bir de Park Cafe’de birer çay içince gördük ki orada espresso 4 lira netekim.

Taksim Oto Yıkama’nın üstü

Size Selçuk’un yeni sabit fikrini anlatayım. İstiklal’de Ağa camiinin yanından, Sakızağacı sokağının sonuna kadar yürüyün, bitince sağa dönün, sağınızda kalan Taksim Oto Yıkama’nın üstündeki salaş meyhaneye girin. 20-25 kişilik bir yer. Gerçekten salaş. 6-7 mezesi var, 2 çeşit balığı var o kadar. Ucuz meyhane arayan solcular sevmiş. Üstelik ‘Arkadaş,’ ‘Ey Özgürlük’ falan çalıyor. Biz bile ne zaman devrimi yapacağımızı konuşmak zorunda hissettik bir ara.

Yunus, Selçuk, ben Tarlabaşı tarafından yürüyüp girdik. Yunus’un ilk lafı ‘Do you trust this place?’ oldu! Bloguma onun burayı beğenmediğini yazacağımı söylemiştim ama mezeleri götürdü valla: şakşuka, pilaki, haydari, patates salatası, çoban salatası. Küçük Efe isteyince dışarıdan ısmarladılar. Patates salatası haşlanmış, doğranmış patatesin üstüne silme, doğranmış taze soğandan ibaret. İddiası olmaması güzel zaten. Ekmekler kalın kalın kesilmiş. Gerçek geliş sebebimiz ise Selçuk’un Emre’yle geldiği geçen sefer yan masada görüp de yiyemediği, üstüne ince ince soğan doğranmış çoban salatası. Daha sonra Emel de bize katılınca o peynir ve söğüş domates, Selçuk iki porsiyon hamsi tava istedi ortaya. Bu muhabbetin en güzel taraflarından biri, yemeğin sonunda yüzüne gülüp kazıklamamaları: 68 lira hesap, Emel’i saymazsan adam başı 20 eder.

(Erkal’ın Yeri de deniyor buraya)

Zencefil’de ebegümeci

Yağmurlu bir öğleden sonra, Taksim’de tek başımayım ve hızla, az parayla karnımı doyurmak için yer düşünüyorum. Fazla rejim bozmayacak da bir şey olması gerek. Önce Sütiş geldi aklıma ama Zencefil’de bir çorba çok daha uygun. Fazla kalabalık da değil. Bir tip karşısındaki Hollandalı kıza İngilizce parçalıyor. Zencefil’i Zencefil yapan yapan harika bir kış çorbası: ıspanak, yeşil mercimek, kabak, soğan, sarmısak küçük küçük doğranmış. Amerikancasıyla comfort food, yumm. Evdeki ebegümecini saplarıyla pişirmek, zamanında yememek, yoğurt karıştırıp kurtarmaya çalışmak gibi hatalardan sonra nasıl güzel pişirilebileceğini görmek için ebegümeci denedim. Az salça, az pirinç, az havuç, az sarmısakla tadını bozmadan pişirmişler; sıcak servis ettiler. Buna da bol puan.

Bir acelem olmadığı için bir de kahve istedim. ‘Filtre kahve’ dedim ve dediğim gibi fikir değiştirip ‘daha doğrusu uzun espresso’ dedim. Garson gayet ciddi bir şekilde ‘ama ikisi farklı şeyler’ dedi cevaben. Nassı yani? Bu şehirde bırakın filtre kahve yerine utanmadan uzun espresso getirmeyi, ikisinin farklı olduğunu müşteriye karşı savunan garsonlar mı var? Ne güzel. Ona da, işletmeye de bol bol puan, bol şampuan. Ne hızlı, ne az paraya oldu ama değdi. (14,5 lira)

Midpoint’te “didiklenmemiş” salatalar

Maçka’daki flamenko gösterisi sonrasında Arzu, Ayça, Özlem ve ben Nişantaşı’na yürüyüp Midpoint’e oturduk. Şimdiye dek sadece dışarıdan terasını gördüğüm için bu kadar büyük bir yer olduğunu tahmin etmemiştim. Ama menüsünde bu kadar çok imla hatası olacağını tahmin edebilirdim. Müşteriler de tipik Nişantaşı ahalisiydi. Önce Arzu vazgeçemediğini söylediği jalapeno poppers‘dan aldı. Hepimiz birer salata ısmarladık. Salatalarımızı getirip önümüze koyana ve biz salataların yanlış olduğunu, başka bir masanınkilerle karıştığını anlayana kadar, Arzu çatalı ile kendi keçi peynirli salatasını, kendi deyimi ile “didiklemişti” bile. Doğru salata olduğu halde garson, salatayı Arzu’ya bırakacağına, “boşverin, bozuntuya vermeyin” gibisinden bir surat ifadesi ile salatayı aldı, diğerleri ile birlikte doğru masaya götürdü. Bir süre sessiz sessiz birbirimizle bakıştık. Sonra garsona bizim salatalarımızın “didiklenmemiş” olarak gelmesini rica ettik. Neyse ki geldiklerinde biz kayak tatiline ne götürülmesi gerektiği, Ayça’nın iş arkadaşının 32 kilo verip nasıl 36 bedene düştüğü gibi konulara kendimizi kaptırdık da unuttuk. Ben rokalı rozbif salatamdan memnundum aslında çünkü bol körpe roka koymuşlardı. Rozbifi şarküteri işi değil kendi günlük yaptıkları birşey olsaydı, çok şey değişirdi tabii. 2 kadeh şarap, su, kola, mola ile 100 lira.

Adem Baba’da dil

Güçlü, Emel, ben. Kalabalık bir Pazar öğleden sonrası. Hele bir de yılbaşı kutlamaları sonrası olunca. Peynirli salata, kalamar, 2 ızgara dil, 1 ızgara çinekop, içecekler.