Acıktık ve zamanımız az diye yakında bir yere gidelim dedik ama Park Cafe menüsünü hafiften şıklaştırıp, hafiften pahalılaşmış. Önce ortaya kaşar pane, Selçuk’a dana şnitzel, bana piliç kavurma, su, kola, 2 espresso: 44 lira. Yoksa hesaplara hep Selçuk faktörü diye birşey mi katmalıyım? Güveçte piliç kavurma hakikaten güzel ama. Böyle az insan ve iyi servis olunca, rahat bir ortam oluyor.
Yemekodası’nda ciğer sote
Eminönü’nde İstanbul Ticaret Odası binasının girişinde Yemekodası diye bir yer var bir süredir. Ya görüntüsü kadar iddialıdır ya da görüntüsü hoş, içi boş, köhne mantalitede bir yerdir diye düşünüyordum ki Emel İTO’cuların misafirleri kebapçılara götürmekten bıktıkları için burayı açtıklarını ve gayet iyi olduğu söyledi. Eminönü’ne gitmişken teftiş ettik. Alt kattaki kafeterya havasındaki bölümünden self-servise göre dizilmiş yemeklere bakıp masada sipariş verdik. Ciğer sote, mercimek salatası, kuzu tandır, patates salatası, beğendi, içli pilav, buhara pilavı aldık. Bazılarından azar azar aldık, paylaştık. Ben ciğer sotemi sevdim, şişten, arnavut ciğerden sonra salçalı hali değişik ve hoş geldi. Onca tatlı seçeneğine rağmen, aldığımız kestaneli pasta ve keşkül, yemeklerin yanında biraz zayıf kaldı. Selçuk ve Emel de genelde memnundu ama ışıklandırmayı beğenemediler. İTO’nun derdini paylaşan çok insan olmalı ki, bayağı bayağı doluydu. Bir “konsept” denemişler ve olmuş! Restoran havasındaki üst katı da merak ediyorum. (51 lira)
Bu arada, mercimek salatası, Emel’in bir gün sonra Ümit’in pot-luck‘ına zencefilli, Thai soslu mercimek salatası yapma ilhamı verdi ki çok hayırlı bir şey oldu, çoook.
Kantin’de tatlılar
Yunus’la buluşup Kantin’e oturduğumuzda, dışarıdan Emel’in geçtiğini gördük! Onu da içeri çağırdık. Kahvelerin yanına iki tatlı yedik: armutlu up-side down cake ve christmas pudding. Ne yapabilirim yani, ingilizce yazmakta onlar bir beis görmemişler. İkisi de tabii ki iyiydi ama armutluyu daha çok sevdim. 22,25 lira.
Saray’da tavuk şiş
Nişantaşı’ndakinde Selçuk döner-pilav, ben tavuk şiş yedim ve bir peynirli yaz salatası paylaştık. O iki limonata, ben bir su içtim. Tavuk şişi çok matah değildi. Ayrıca kalabalıktan dolayı yemekler geç çıktı. 24,25 lira.
Armada Teras’ta pazar kahvaltısı
Kalkmamak için birbirlerinin durumunu soran kardeşlerimi uyandırmayı becerip, yolda babamızı alıp, havaalanından annemizi karşılayınca, o civarda brunch yeri olarak Armada teklifime hiçbiri itiraz etmedi. Hatta onlar da merak ederlermiş meğer. Otelin tahminimden küçük ve tahminimden aydınlık terasında, hepsi rezerve edilmiş deniz tarafındaki masalara oturamayıp başka bir masaya yerleştik ve açık büfeye yöneldik. Yerel, özentili değil özenilmiş malzemeler vardı: kuru kayısı, incir ve dut, zile pekmezi, kayısı ve erik pestili, ayva, kızılcık ve çilek reçeli, yoğurt, domates, salatalık, peynirler, zeytinler, meyve salatası, su böreği, (sanırım) yayla çorbası, baklava ve kaymak, aklımda kalanlar. Simit, ekmek, minicik açmalar. Sofrada ince bellide çay. Garsonun sipariş alıp getirdiği sahanda yumurtalar. Çok özel değil ama özenli. Üstelik havayı bozan antipatik müşteri de yok. Çok mutlu etti beni orası. Domatesin kıpkırmızı olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Kahvaltı neden bu kadar basit birşey olamıyor başka yerlerde? Kişi başı 25 liradan 125 lira.
Çiya’da teşrube
İlk defa Çiya’da çok bayılmadığım bir yemek yedim: Parça koyun eti, nohut, patlıcan ve domates salçasından yapılan teşrube. Sebebi patlıcanın kızartılmadan doğranıp pişirilmesiydi. Ayrıca inanmayacaksınız ama başka birşey ısmarlamadım. Emel’in ve Selçuk’un yemeklerinden ve ortaya ısmarladıklarımızdan birer kaşık almak yetti zaten: bozbaş, soğanlı lahmacun, şevket-i bostan, falafel, kaşarlı pide, salata, patlıcan tatlısı, tükenmez. Aynı vapura bindiğimiz ve Çiya’ya bizden önce varan Defne Koryürek’in, bir ara masasına oturup konuşan Musa ustanın ve arka masadaki çekilmez Amerikalıların dedikodusunu yaptık. Mutlu mutlu ayrıldık. Galiba 69 lira.
Şimdi’de antrikot
Emi’ye iki hafta önce orada kahve içirdiğimiz için aklında kalmış. Odakule civarındaki işleri bitince buluşup, Şimdi’ye gittik öğle yemeğine. Her zamanki gibi bol yabancı vardı. Emi ıspanaklı yoğurt çorbasına bayıldı ve onunla yetindi. Ben diğer iyi çorbaları olan mercimek çorbasından ve ardında sebzeli salata aldım. Sebzelere sarı ve kırmızı biber, kereviz, sosuna biberiye eklemek gibi küçük numaralarla zevkli bir salata haline getirmeyi becermişler. Selçuk gerçekten de az pişmiş getirdikleri bir antrikot (azıcık karamelize soğan ile) ve yanında fırında elma dilimli patates yedi. Yetmedi, vezüv yedi, hani o erimiş çikolata fışkıranlardan. Kolalar, kahveler içtik, 69 lira hesap geldi.
Galiba artık Şimdi hakkında sağlıklı yorum yapamaz hale geldim, köreldim, fazla beğenmekten. Ya gitmemeli, ya yazmamalı!
Little China Sushi’de karidesli erişte
Giray beni arabayla aldı, vurduk kendimizi Boğaz’a. Saat neredeyse on olduğu için yemek yenebilecek yer sayısı az. Adem Baba’nın balığı bitmiştir mesela. Ama zor, çok zor seçmek: Tiki olmasın, ilginç olsun, yemeği iyi olsun, gereksiz pahalı olmasın, açık olsun, bir an önce varacağımız bir yer olsun. Bebek’te pes edip Little China Sushi’ye girdik. Ben son göreli hem dekor değiştirip pembe loş ışıklar yapmışlar hem de bir suşi ustasını işe almışlar. Hem Çin hem Japon mutfağını şereflendirdik. Ben 4 parça California roll, Giray da birer parça yılanbalığı ve unuttuğum birşeyden suşi aldı. Ardından ben karidesli erişte, o da tavuk aldı. Erişte miktar olarak başka yerlerde getirdiklerinin yarısı idi ama fiyatı değil. Zaten fazla imla hatası dolu menüden hemen kıllanmalıydık. 64,75 lira tuttu ki “gereksiz pahalı” kategorisine girer ne yazık ki. Bebek için normaldir belki. Yine gelirdim ama, yemeği fena değildi.
The House Cafe’de çizkek
Bunu geç yazmam üzücü çünkü I was really worked up about the place. Ece’deki hayalkırıklığını üzerimizden atmak için Ortaköy’e gittik, tatlı yiyecek civcivli bir yer aradık. En iyisi The House Cafe’ydi. Hafta ortası yabancılar ve onları eğlendirmekle görevli Türkler vardı daha çok. Genelde Ortaköy’ün boş olması da şaşırtıcıydı aslında. Oturduk. Garsonlar önce ne menü getirdiler, ne de gelip ilgilendiler. Cool‘uz ya! Sipariş verdiğimizde gelenler durumu çok kurtarmadı. Kestaneli kahveli cheesecake (bundan sonra çizkek olarak yazılacaktır): adı güzel tabii. İnsan iyi çizkek yememiş olsa bile sorar, nerede kahvesi, nerede kestanesi, nerede ikisinin yaratabileceği eşsiz bir tat? Bol şubeli, bol iddialı böyle bir işletmenin sahibi / işletmecisi neden gerçek bir çizkek yemez, yediyse, gerçeğini yapmaz? Cimrilikten mi, farkını anlayamadığından mı, ortama kanıp akın akın gelenler hakketmediğinden mi? Bir de göz göre göre kazıklanınca, bir çizkek ve bir bitki çayına 14 lira verince, buranın bu kadar tutmasına hakikaten sinirleniyor insan. Meyveleri, demliği ile bitki çayını şık sunmayı becermişler.
Ece’de ıspanak köftesi
Görev bilincimden dolayı yazmam gerek gibi geliyor ama neredeyse iki hafta erteledim Ece’yi yazmayı çünkü istemiyorum. Onun da benimde akşam yemeğine yalnız olduğumuz bir Salı akşamı, annemle Boğaz’da biraz civcivli bir yere gitmek istedik. Ece mantıklı gelmiyor mu bu durumda? 8:30 gibi vardığımızda içerideki tek müşteri barda oturan bir adamdı! Kalkarken, beş kişi daha gelmişti. İşin kötüsü yemekleri de heyecanlandırmadı. Vaktiyle orijinal olup, tutup, otomatiğe bağlanmış hissi veren mezeler yedik: Közlenmiş kırmızı ve yeşil biber, beyaz peynir, kuru börülce salatası, peynirli ve kıymalı puf böreği, patates köftesi, ıspanak köftesi. Bir küçük rakıyı bitiremedik. Fiş vermeyi geciktirdiler. Tam kapanmayan pencereye gazete kağıdı tıkamışlar. Pencere kenarında boş saksılar duruyor. Zaten çiçekler de yapma… Gelin ben size yapayım ıspanak köftesi. Hesabı adam başı 30’dan 60 tahmin ediyordum, 65 geldi!